Dinimizin Mahiyeti

Din, ister hakikatin doğrudan yansıması veya açılımı olarak kabul edilsin ister insan yaratılışının bir gereği olarak değerlendirilsin, sonuçta insanın özünde, fıtratında yerleşik bulunan ve oradan kaynaklanan “kutsala saygı, ona bağlanma ve onunla bütünleşme” ihtiyacını karşılar ve onu kainat içindeki yalnızlığından kurtaran bir can simidi görevini yerine getirir. Din kelimesi yer yer bir ferdin veya grubun doğru kabul ettiği ve davranışlarını direktifleri doğrultusunda düzenlediği şey anlamında kullanılsa da, öz ve gerçek kullanımında din, beşer kurgusu olmayan, tam tersine Tanrı kaynaklı olan şey anlamındadır. Vahyedilmiş olarak nitelenen ve bir bakıma Tanrı’nın gökten yeryüzüne ve insanoğluna uzatılmış kurtuluş ipi olan dinin temel amacı, insan ile Tanrı arasında etkili, güçlü ve sağlıklı bir bağ kurmaktır. Bu anlamda vahiy kaynaklı bütün dinlerin bir, tek ve aynı olduğunu söylemek doğru olur. Nitekim Kur’an’daki “Allah katındaki din İslâm’dır” (Âl-i İmrân 3/19) ifadesi, Allah’ın itibar ettiği, geçerli saydığı ve dikkate aldığı tek dinin, özel anlamıyla son ilâhî din sayılan İslâm dini anlamını ifade etmesinin yanı sıra, Tanrı kaynaklı olan vahyedilmiş dinlerin özde birliğini ve bu dinlerin temel özelliğinin -seçilen kelimenin sözlük anlamına da uygun şekilde Tanrı’ya boyun eğiş, O’na bağlanış ve teslim oluş olduğunu da ayrıca vurgulamaktadır. Bir dinin mükemmel olduğu iddiası, sadece mensupları açısından o dinin bütün öteki dinlere tercih edilebilir olduğunu ima eder. Bir dinin bu amaç doğrultusunda bütün öteki dinler karşısında inanç ve ibadete ilişkin sembolik tutarlılığını, safiyet ve orijinalitesini korumak maksadıyla kendisi için bir söylem oluşturması ve itham, isnat ve itirazlara karşı bir savunma mekanizması geliştirmesi haklı ve anlamlı görülebilir. Fakat vahiy kaynaklı olan ve kopuksuz bir gelenek zinciriyle gelen bütün dinler, öz ve orijinalite itibariyle aynı zirveye götüren yollar olarak tanımlanır ve İslâm dini bu halkanın
son ve bozulmaktan korunmuş şeklini temsil eder.

Dinin Tanrı tarafından vahyedilmiş olduğunun söylenmesiyle vahiy, dinin daha doğrusu otantik dinin temel niteliği yapılmış olmakta ve dolayısıyla dinin yalın bir Tanrı inancından ibaret olmadığı, Tanrı’ya inanmak yanında, O’nun değişik biçimlerde tecelli edeceğine inanmak gerektiği de vurgulanmış olmaktadır. İslâmî literatürde bu tecelli ve inâyet yani Tanrı’nın kendini göstermesi, genellikle “yaratma ve buyurma” (halk ve emir) kavramlarıyla ifade edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de ise yaratma ve buyurmanın Allah’a ait olduğu vurgulanır. Buyurma, Tanrı’nın iradesinin sonucudur ve din bu iradenin içinde yer alır. Özü itibariyle mâkul ve kavranabilir olsa bile din, Tanrı iradesinin vahiy yoluyla açılımı olduğu için, teorik olarak, insan aklı da dahil tüm beşerî güçlerden üstündür. Bu yaklaşım Tanrısal iradenin açılımı olan vahyin “aktif ve kurucu”, buna mukabil vahye muhatap olan insanın akıl ve diğer melekelerinin “pasif ve alıcı” konumda olduğuna işaret etmektedir. Tanrısal iradenin insanlara ulaşımının peygamberler kanalıyla olmasını dikkate alan kimi İslâm bilginleri peygamberliği alemin ruhu olarak nitelemişlerdir. İnsan, kendisini vahye bağlayan gelenek zincirini korumak durumundadır. İslâm düşünce geleneğinde tevâtür ve icmâ gibi kurumsal yapılar, büyük ölçüde vahiyle irtibatlı gelenek zincirini korumak amacıyla oluşturulmuş veya hiç değilse bu amaca hizmet etmiştir. Vahiy ve gelenek kavramları, dinin yapısını ve temel özelliklerini işaret etmektedir. Din, en yalın biçimiyle Tanrı’ya inanma ve ona ibadet etme olduğuna göre, onun bir inanç sistemini ve bir ibadet sistemini içermesi zorunludur.

Bu iki temel unsur yanında, dinin ahlâkî hükümleri de içermesi gerekir. Ahlâk, dikey olarak veya metafizik boyutta, bu inanç ve ibadetlerdeki içtenlik ve samimiyet (ihlâs, ihsan) anlamını içerdiği gibi, dünyevî boyutta, Tanrı inancının ve O’na olan sevginin Tanrı’nın kulları üzerinde gösterilmesi, onların hoş ve mutlu edilmesine çalışılması, onların hukukunun ihlâl edilmemesi, onları rahatsız ve huzursuz etmekten kaçınılması anlamını da içerir. Bu durumun İslâm dini açısından da aynıyla geçerli olduğunu açıkça göstermesi bakımından Cibrîl hadisi diye meşhur olan diyalogu anmak uygun olur. Bu diyalogda geçtiğine göre vahiy meleği Cibrîl, bir gün dini öğretmek üzere Hz. Muhammed’e gelmiş, ona iman, İslâm ve ihsanın ne demek olduğunu sormuş ve bunları yine kendisi cevaplamıştır. Cibrîl’in bu üç kavrama getirdiği açıklama öz itibariyle dinin yukarıda değinilen üç temel unsurunu, yani inanç, ibadet ve ahlâkı içermektedir. Cibrîl imanı Allah’a, ahiret gününe, peygamberlere, meleklere, kitaplara ve kadere inanmak olarak;

İslâm’ı, şirk koşmaksızın sadece Allah’a ibadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve haccetmek olarak; ihsanı da, Tanrı’yı görüyormuşçasına ibadet etmek olarak açıklamıştır (Buhârî, “Îmân”, 1). Tanrı’ya iman ve bunun etrafında oluşturulan inanç sistemi dinin temelini oluşturur. İnanç sistemi yapısı itibariyle dogmatik olabilirse de, inanılan Tanrı’nın özellikle varlığı ve birliğinin ortaya konulması, temel niteliklerinin kavranması ve sistemleştirilmesi aklî bir çabayı gerektirir ve tüm bunların kesinlik gerektiren bilgiye dayanması gerekir. Müslüman bilginlerin inanç konularını sistematik bir yapıya kavuşturmaya çalıştıkları ilmî bir disiplin olan kelâm ilminin kesinlik ifade eden veri ve malzeme tabanı ve burhan üzerine kurulmuş olmasının anlamı ve nedeni budur.

kefaretDinin ikinci unsuru olan ibadetler (ritüel), Tanrı’ya itaatin biçimsel göstergeleri sayılır. Yalın ve teorik bir Tanrı inancı yeterli olmayıp bu inancın pratik olarak eylemle gösterilmesi ve sergilenmesi gerekir. Tapma, tapınma eylemi olan ibadetin öz ve genel yapı itibariyle kaynağı da vahiy olduğu için belirli ibadetler, Tanrı’ya itaat çerçevesinde ve bir inanç ve kanaat gereği olarak yapılırlar. Tapma ihtiyacı, beşer düşüncesinin ürünleriyle karşılanamaz. Kaldı ki beşerin bu alana müdahalesi asgari olarak, dinin esaslı unsurlarından birinin zedelenmesi anlamına gelir. Bu bakımdan Tanrı bizim ibadet olarak ne yapmamız gerektiğini belirlemiş ve kendisine bu şekilde ibadet etmemizi emretmiştir. İbadetler biçimsel olarak basit görünseler bile Tanrı’nın tasarımı oldukları için, aslında onların gücü ve gizemi bu dünyanın ötelerine uzanır ve her biri Tanrı ile bağlantının değişik biçim ve boyutlarda gerçekleştirilmesine hizmet edecek mahiyettedir. Hatta bir ibadete bağlı olarak belirli duaların ezberlenmesi ve okunması da o ibadetin bir parçasını teşkil edebilir ve bu okumanın etkisi salt bir zihnî kavrayış şartına bağlı değildir. Hz. Muhammed’in namazlarda özellikle Fâtiha’nın okunması yönündeki direktifi bu açıdan değerlendirilebilir.

Dinin üçüncü unsuru “ahlâk”tır. Dinin ilk iki unsuru olan inanç ve ibadet, kişinin doğrudan Tanrı ile teorik ve pratik bağlantı ve iletişimini sağlaması yönüyle insan-Tanrı ilişkisinin dikey metafizik boyutuna ilişkin iken ahlâk, inanç ve ibadet yoluyla tesis edilmiş bulunan insan-Tanrı ilişkisinin, dünyevî planda her türlü tutum ve davranışa yansıması olarak değerlendirilir. İnsanın başkalarına iyi davranması, onlarla iyi geçinmesi, kötülük etmemesi ahlâkî birer davranış olması yanında, aynı zamanda biçimsel ibadetler dışında Tanrı’nın hoşuna gidecek davranışlardır. Ahlâkın diğer bir boyutu ise Tanrı’ya olan inancın ve ona yapılan ibadetin içtenlik derecesine ilişkindir ki bu husus İslâmî terminolojide ihlâs ve ihsan diye anılır. Dinin aslî unsurlarından olan iman bir bakıma dinin Tanrı’yı tanıma ve bilme (marifetullah) boyutu, ibadetler Tanrı’ya itaat boyutunu ve ahlâk ise Tanrı’yı sevme (mâhabbetullah) boyutunu teşkil eder. İmanın akıl ve bilgi, ibadetlerin inanç ve kanaat, ahlâkın ise gönül ve duygu kaynaklı olması her birinin mahiyeti gereğidir. İnsanların birbirleriyle ilişkilerini normatif olarak düzenleyen hukuk ise, dinin tanımında ve unsurları içinde yer almamakla birlikte, genel olarak din ile irtibatlı olarak düşünülebilir ve dinin üç temel unsurundan her biriyle ayrı ayrı bağlantısı kurulabilir. Bu yaklaşım çerçevesinde başlı başına amaç olmayan hukukî düzenlemeler, özellikle ahlâkî hükümlerin değişik zaman ve zeminlerde gerçekleştirilmesine hizmet eden normatif düzenlemeler olması itibariyle belli ölçülerde değişmeye ve dolayısıyla insanın belirlemesine açıktır. Esasen hukukun biçimsel yönünün, temel yapısı ve mahiyeti itibariyle akıl üstü ve dogmatik olan dinin kapsamında yer almayışının anlamı da budur.

Hz. Zülkarneyn ve Hz. Süleyman’ın Benzerlikleri

Dünyada büyük bir hakimiyet kurduğu, Kuran’da bildirilen bir diğer Müslüman lider de Hz. Zülkarneyn’dir. Hz. Süleyman’ın hayatı ile Hz.Zülkarneyn’in hayatı arasında birçok yönden büyük benzerlikler bulunmaktadır:

1-YERYÜZÜNDE İKTİDAR SAHİBİ OLMALARI
Allah Hz. Zülkarneyn’e de, aynı Hz. Süleyman’a olduğu gibi, “yeryüzünde sapasağlam bir iktidar” (Kehf Suresi, 84) vermiştir. Ayette geçen “sapasağlam” ifadesiyle hem ekonomik, hem askeri, hem de siyasi açıdan güçlü bir iktidarın önemine dikkat çekilmiş olabilir. Hz. Zülkarneyn bu gücü sayesinde doğudan batıya büyük bir coğrafyaya hakim olmuş, nizam vermiş bir liderdir.
2-AKILLI VE İMANLI LİDERLER OLMALARI
Kuran’da Hz. Zülkarneyn’e “her şeyden bir yol (sebep)” (Kehf Suresi, 54) verildiği bildirilir. Bu ifadeyle, Hz. Zülkarneyn’in ferasetli, basiretli, her şeye çözüm bulan, akıllı bir lider olduğuna işaret edilmektedir. Hz. Süleyman da, Kuran’da, cinlerin, şeytanların yönlendirilmesinden devlet yönetimine kadar her konuda akıl örnekleri anlatılan bir peygamberdir.
Hz. Zülkarneyn, kitap boyunca ihtişamını anlattığımız Hz. Süleyman gibi çok güçlü ve tüm dünyaya nam salmış bir devletin başındadır. Kuran’da diğer kavimlerin ondan yardım talebinde bulunduğu ve karmaşık gibi gözüken sorunlarına çözüm istedikleri haber verilmektedir. Yönetimi altında bulunmayan topluluklarca dahi “yeryüzünde bozgunculuğu ve fitneyi önleyen bir kişi” olarak tanınmakta, sıkıntı içinde olan halklar ona başvurmaktadırlar. Kehf Suresi’nde “iki seddin önünde, hemen hemen hiçbir sözü anlamayan” şeklinde tanıtılan bir kavmin ondan yardım istediği şöyle bildirilir:
Dediler ki: “Ey Zu’l-Karneyn, gerçekten Ye’cuc ve Me’cuc, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyorlar, bizimle onlar arasında bir sed inşa etmen için sana vergi verelim mi?” (Kehf Suresi, 94)
namazniyaz esma3-ÜSTÜN ASKERİ GÜÇLERİ
Kitabın önceki bölümlerinde detaylı olarak gördüğümüz gibi Hz. Süleyman’ın çok güçlü orduları bulunmaktadır. Neml Suresi’nde şu şekilde bildirilir:
Sen onlara dön, biz onlara öyle ordularla geliriz ki, onların karşı koymaları mümkün değil ve biz onları ordan horlanmış-aşağılanmış ve küçük düşürülmüşler olarak sürüp çıkarırız. (Neml Suresi, 37)
Hz. Zülkarneyn’in de Hz. Süleyman gibi çok büyük bir askeri güce sahip olduğunu yine Kehf Suresi’ndeki bazı ayetlerden anlarız:
Dedik ki: “Ey Zu’l-Karneyn, (istiyorsan onları) ya azaba uğratırsın veya içlerinde güzelliği (geçerli ilke) edinirsin.” Dedi ki: “Kim zulmederse biz onu azaplandıracağız, sonra Rabbine döndürülür, O da onu görülmemiş bir azabla azaplandırır.” (Kehf Suresi, 86-87)
Hz. Zülkarneyn yeryüzünde bozgunculuk çıkaran inkarcı toplulukları azaba uğratmakta, onların insanlara zulmetmelerine izin vermemektedir. Bunu da büyük askeri gücü sayesinde gerçekleştirmektedir. Bu ayetlerden, dünya hakimi olacak bir devletin çok büyük bir askeri güce sahip olması gerektiği anlaşılmaktadır.
4-ADALETLE HÜKMETMELERİ
Hz. Süleyman’ın adil yönetimini önceki sayfalarda detaylarıyla anlattık. Hz. Zülkarneyn’in uygulamalarının çok adaletli, hakkaniyetli olduğunu da Kuran’da anlatılan kıssasından anlamaktayız. Hz. Zülkarneyn’in kendisinden bozgunculuğa karşı yardım isteyen bir halka, hemen yardım etmesi bunun delillerindendir. Her iki kıssada da adil bir yönetime dikkat çekilmesi ise şunu göstermektedir: Dünyanın dört bir yanında güvenliği, huzuru, adaleti ve istikrarı sağlayabilmek için askeri ve polisiye güçle birlikte, çok güçlü bir hukuk sistemi de büyük bir önem taşır.
Şeyh Ali Bedevi’nin celi sülüs levhası, Zümer Suresi 53. ayet: (Benden onlara) De ki: “Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım. Allah’ın rahmetinden umut kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, esirgeyendir.”
5-HEDİYE KABUL ETMEMELERİ
Hz. Süleyman’ın Sebe Melikesi’nin gönderdiği hediyeyi kabul etmediğini ve hediyeleri getiren elçilere çok hikmetli bir karşılık verdiğini belirtmiştik. Hz. Süleyman’ın cevabı şu şekildedir:
(Elçi hediyelerle) Süleyman’a geldiği zaman: “Sizler bana mal ile yardımda mı bulunmak istiyorsunuz? Allah’ın bana verdiği, size verdiğinden daha hayırlıdır; hayır, siz, hediyenizle sevinip öğünebilirsiniz” dedi. (Neml Suresi, 36)
Hz. Zülkarneyn de yapacağı yardım karşılığında kendisine vergi vermek isteyen bu kavme şu karşılığı vermiştir:
Dedi ki: “Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı (güç, nimet ve imkan), daha hayırlıdır (Kehf Suresi, 95)
Hediyeyi kabul etmeyip, bu teklifi yapan kişilere tüm mülkün tek sahibinin Allah olduğunu hatırlatmaları onların samimi birer Müslüman olduklarının bir delilidir. Bu örnekler her Müslüman lider için çok önemli öğütler taşımaktadır.
Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının kısa süreli faydalanmasıdır. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir…
(Şura Suresi, 36)
Ve sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve daha ayak basmadığınız bir yere mirasçı kıldı. Allah, her şeye güç yetirendir. (Ahzab Suresi, 27)
6-DAİMA ALLAH’A YÖNELİP DÖNMELERİ
Hz. Süleyman’ın güzel ahlak özelliklerinin anlatıldığı bölümde, onun her an Allah’a yönelip dönen, ihlas sahibi bir kul olduğunu ayetlerle açıklamıştık. Süleyman Peygamber herhangi bir başarı elde ettiğinde, bir zafer kazandığında ya da Allah’tan kendisine bir nimet verildiğinde hemen Allah’a yönelip O’nu tesbih etmekte, tüm gücün Allah’a ait olduğunu zikretmektedir. Hz. Zülkarneyn de aynı güzel ahlaka sahiptir. Söz konusu kavmi bozgunculardan korumak için yaptığı seddin etkili olması karşısında Allah’ı şöyle zikretmiştir:
Böylelikle, ne onu aşabildiler, ne onu delmeye güç yetirebildiler. Dedi ki: “Bu benim Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin va’di geldiği zaman, O, bunu dümdüz eder; Rabbimin va’di haktır.” (Kehf Suresi, 97-98)
7-CİNLERE HÜKMETMELERİ
Bilindiği gibi Peygamberimiz, geçmişte yeryüzünde büyük hakimiyet kurmuş iki liderin Hz. Süleyman ve Hz. Zülkarneyn olduğunu bildirmiştir. Bu durumda Hz. Süleyman’da olduğu gibi, Hz. Zülkarneyn döneminde de cinler üzerinde bir hakimiyet kurulmuş olması söz konusu olabilir. İnsanların, kendilerine karşı Hz. Zülkarneyn’den yardım istedikleri Yecüc ve Mecüc isimli kavmin de bir cin topluluğu olma ihtimali olabilir.
Bu iki kıssada ve özellikle de Hz. Süleyman’la ilgili anlatılanlarda yoğun olarak cinler konusundan söz edilmesi, muhtemelen ahir zamana da işaretler içermektedir. Allah, ahir zamanda da cinleri ve şeytanları insanların hizmetine verecek olabilir. (En doğrusunu Allah bilir)
kuran okumak8-KATRAN VEYA ERİMİŞ BAKIR MADENİ KULLANMALARI
Hz. Zülkarneyn, Yecüc ve Mecüc’ü, ayette “aynel kıtri” olarak geçen maddeyi kullandığı bir set inşa ederek etkisiz hale getirmiştir:
“Bana demir kütleleri getirin”, iki dağın arası eşit düzeye gelince, “Körükleyin” dedi. Onu ateş haline getirinceye kadar (bu işi yaptı, sonra:) dedi ki: “Bana getirin, üzerine eritilmiş bakır dökeyim.” (Kehf Suresi, 96)
“Aynel kıtri” kelime anlamı olarak “erimiş bakır madeni”nin yanı sıra “katran” manasına da gelmektedir. Kuran’da Hz. Zülkarneyn’in kullandığı “aynel kıtri”nin Hz. Süleyman’ın da emrine verildiği şöyle bildirilir:
Süleyman için de, sabah gidişi bir ay, akşam dönüşü bir ay (mesafe) olan rüzgara (boyun eğdirdik); erimiş bakır madenini (aynel kıtri) ona sel gibi akıttık. Onun eli altında Rabbinin izniyle iş gören bir kısım cinler vardı. Onlardan kim bizim emrimizden çıkıp-sapacak olsa, ona çılgın ateşin azabından taddırırdık. (Sebe Suresi, 12)
Ayetteki “aynel kıtri” ifadesi ile eritilmiş bakır ya da katranın Hz. Süleyman’ın ve Hz. Zülkarneyn’in emrine verildiği bildirilmektedir. Resimlerde bakır ve katranın kullanımıyla ilgili örnekler görülmektedir.
Hem Hz. Zülkarneyn’in hem de Hz. Süleyman’ın “aynel kıtri”yi kullanması dikkat çekici bir benzerliktir. Hz. Süleyman, emrine verildiği bildirilen bu madde sayesinde kendi dönemindeki cinler ve şeytanlar üzerinde hakimiyet kurmuş olabilir. “Aynel kıtri” olarak geçen bu maddenin katran olma ihtimali vardır. Katran “gömlekleri katrandandır…” (İbrahim Suresi, 50) ayetiyle bildirildiği gibi cehennemde de bulunan bir maddedir.
Ayette Hz. Süleyman’ın emrine verilen bu maddeden bahsedildikten hemen sonra, cinlerin de ona hizmet ettiğinden söz edilmesi dikkat çekicidir. Hz. Süleyman da, Hz. Zülkarneyn de cinleri kontrol altına almak için bu maddeyi kullanmış olabilirler. Bu maddenin, cinlere etki eden bir özelliği olabilir. (En doğrusunu Allah bilir)
9-AHİR ZAMANA YÖNELİK MÜJDELER
Hz. Süleyman’ın ve Hz. Zülkarneyn’in yaşadıkları dönemlerde gerçekleşmiş olan bu dünya hakimiyeti tüm Müslümanlar için çok büyük bir müjdedir. Çünkü bu kıssalarda ahir zamana yönelik önemli işaretler bulunmaktadır.
Allah’ın sınırlarını titizlikle koruyan, İslam ahlakını dünya üzerinde hakim kılmak için ciddi bir çaba sarf eden ve hiçbir zorluk karşısında yılgınlık göstermeyen Müslümanlar, tarihin her döneminde mutlaka üstün geleceklerdir. Allah’ın yardımı ve desteği mutlaka onların yanında olacaktır. Hz. Süleyman ve Hz. Zülkarneyn yukarıda saydığımız özelliklerinin dünyadaki karşılığını güçlü bir hakimiyetle (ve elbette Allah’ın diğer pek çok manevi lütfu ile) almışlardır. Ahir zamanda aynı hakimiyet Allah’ın izniyle mutlaka gerçekleşecektir. Bu, Allah’ın iman edenlere bir vaadidir. Bu hakimiyeti gerçekleştirecek olanlar ise, Peygamberimizin çeşitli hadislerinde de işaret edildiği gibi, söz konusu üstün vasıfları asırlardır karakterinde taşıyan şerefli Türk Milleti olacaktır.
Üç kıtaya nizam vermiş Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olan Türk Milleti, İslam ahlakını tüm dünya üzerinde hakim kılacak ve dünya halklarının özlemini çektikleri huzuru, barışı, sevgi ve neşe dolu bir dünyayı mutlaka oluşturacaktır. Adaletli, hoşgörülü, merhametli ve inanç sahibi Türk Milleti, bu görevi hakkıyla yerine getirecektir.
Böylelikle, bununla size hurmalıklardan, üzümlüklerden bahçeler-bağlar geliştirdik…(Müminun Suresi, 19)