İslam ve Diğer Dinler

Milâdî VII. yüzyılda Hz. Muhammed, İslâm vahyini tebliğe başladığında yeryüzünde ateizm, putperestlik, politeizm (şirk), yıldızlara tapma da dahil birçok din ve inanç şekilleri mevcuttu. Bu dinlerden Mecûsîlik, Brahmanlık, Budizm, Sâbiîlik, Yahudilik ve Hristiyanlık en önemlileri olarak ve hatta bir dereceye kadar vahiy dinleri olmaları yönüyle o günün Mekkelileri tarafından kolaylıkla kabul edilebilir dinlerdi. Fakat yeni bir din gönderilmiştir. Çünkü bütün bu dinler, zaman içinde orijinal ve aslına uygun şekillerini kaybetmiş, zaman ve mekana bağlı olarak çeşitli değişikliklere uğramışlar, ayrıca kendilerinden sonra gelecek ve şartları daha da iyileştirip mükemmelleştirecek bir şahsı ve onun mesajını müjdelemişlerdir.

Mecûsîlik en eski dinlerden biriydi ve Zerdüşt’ün getirdiği dinin bozulmuş şekline verilen addı. Zerdüşt tek Allah yani Ahura Mazda inancını tebliğ etmiş, O’nun seçtiği kimselere ilâhî vahyin geleceğine, meleklere ve ölüm sonrası hayata imanı emretmişti. Zend-Avesta’da (Yaşt, 13, XXVIII, 129) putları kıracak olan Soeşyant adlı birinin geleceği bildirilmektedir. Ancak Zerdüşt’ün tebliğ ettiği tevhit inancı daha sonra hem iyilik hem de kötülük tanrısı olmak üzere iki tanrı inancına (düalizm=seneviyye) dönüşmüş, Tanrının kudret ve kuvvetini temsil ettiğine inanılan ateş yüceltilerek ateş kültü (Mecûsîlik) oluşmuştur. Brahmanizm çok tanrılı bir dindir. Gerçekte Brahmanlar tek Tanrı’ya inanmakla birlikte O’nun yaratıkları veya O’nun sıfatları şeklinde de olsa Tanrının birtakım tezahürlerine tapma bunlarda da mevcuttur. Hintliler Tanrının kendisini tarihin her devresinde çeşitli şahsiyetlere bürünerek insanlara gösterdiğine inanırlar. Bu hulûl (avatara=enkarnasyon) inancı hem Tanrının bedenleşmesi ve maddî şekillerle tasvirine hem de binlerce ilâhın mevcudiyeti kanaatine yol açmıştır. Diğer taraftan bu dinde mevcut olan kast sistemi, dinin evrensel gereği olan eşitlik ve kardeşlik unsurlarıyla da çelişmektedir ve bu din, kapalı bir din hüviyetindedir. Dışarıdan biri bu dine giremez ve ona mensup olanlar da ebedî bir tenâsüh hali içindedirler. Aslî hüviyetini kaybedip çok tanrıcılığa, Tanrının bedenleşmesi ve tenâsüh inancına sapması ve kast sistemini benimsemesine rağmen Brahmanizm’de de “ileride gelecek, beklenen kimse” inancı vardır.

Budizm Brahmanizm’deki puta tapma inancını reddedip ona karşı çıkmaktan doğmuş bir dindir ve ana din olan Brahmanizm’den birçok esas taşımaktadır. Bir bakıma Brahmanizm’deki putların kırılması yolunda bir reform niteliği taşır. Ancak putlara karşı olan Buda’nın getirdiği din kendisinden sonra Buda heykellerine tapma şeklinde putperest bir karaktere bürünmüştür. Buda, hayatın tabii olaylarını bir ıstırap olarak görüyor ve bundan kurtuluşu bütün arzu ve ihtiraslardan uzaklaşmaya bağlıyordu. Bu da onları aşırı riyâzet, nefse ezâ ve hatta dünya hayatının tamamen terk edilmesi gibi aşırılıklara sevk ediyordu. Yapısındaki köklü değişiklik ve bozulmalara rağmen Budizm’de de ileride gelecek bir kurtarıcı (Maitreya veya Metteya) müjde ve beklentisi vardır. Sâbiîlik de İslâm’ın geldiği asırda mevcut bir inanç idi. Sâbiîler hicrî ilk yüzyılda Müslümanların hakimiyeti altına girmiş ve onlara zimmîlik statüsü tanınmıştır. Sâbiîler’in oldukça eskiye dayanan bir tarihleri olmakla birlikte nasıl doğduğu, kimin tarafından yayıldığı açık ve net olarak bilinmemektedir. Sâbiîlik’te bir yüce varlık inancı mevcut olmakla birlikte ışık alemi ile karanlık alem arasındaki mücadeleye dayanan bir düalizm inancı hakimdir. Peygamberlik inancının mevcudiyeti tartışmalı olmakla birlikte Hz. Yahyâ’ya büyük önem verilmekte ve kendi peygamberleri olarak açıklanmaktadır. Diğer taraftan Sâbiîler Hz. İbrâhim, Hz. Mûsâ, Hz. İsâ ve Hz. Muhammed’i kötülük peygamberi, yalancı olarak nitelemektedirler. Özetle denilebilir ki Sâbiîlik orijinal şeklini yitirmiş, zamanla çeşitli inançlar karışmış ve müntesipleri azalmış bir din hüviyetindedir.

Bugün ilâhî kaynağa dayanan dinler diye kabul edilen Yahudilik, Hristiyanlık ve İslâmiyet’in temel özelliklerini ve İslâm dininin diğer ikisinden farklı olduğu yönleri de şu şekilde tespit mümkündür:

1. Allah inancı. Yahudilik Tanrının birliği üzerinde ısrarla durmasına rağmen, en azından tarihlerinin bazı dönemlerinde ona beşerî nitelikler nisbet etmişler ve adeta Tanrıyı beşerî organ ve duygular taşıyan bir insan gibi tasvir etmişler, insanlaştırmışlardır. Hristiyanlar ise Tanrının birliğini farklı şekilde ele alıp teslîsi savunmuşlar, aşırı bağlılık duygusuyla, Hz.Îsâ’yı tanrılaştırmışlardır. Halbuki İslâm, Allah inancı hususunda gerek Yahudilerin gerekse Hristiyanların sonradan düştükleri yanlışlık ve aşırılıkları düzeltmiş, Tanrının beşerîleşmesini veya beşerin tanrılaşmasını reddetmiş, bu noktada Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ’nın hakiki mesajını hatırlatarak Allah’ın bir ve benzersiz olduğunu vurgulamıştır.

2. Melek inancı. Meleklerin Allah’ın oğulları ve kızları olduğu iddiasını ve beşerî şekillerdeki tasvirlerini reddederek hem Yahudi ve Hristiyanların düştükleri yanlışı göstermiş hem de Allah’ın yüceliğini vurgulamıştır.

3. Kutsal kitaplar. Ne Yahudiler ne de Hristiyanlar, Allah tarafından Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ’ya verilmiş kutsal kitapları orijinal şekilleriyle muhafaza edebilmişler, Tevrat ve İncil zaman içinde ya kaybolmuş ve yeniden yazılmış, ya da çeşitli ilave ve eksiltmelere maruz kalmıştır. Kur’ân-ı Kerîm ise hem vahyedildiğinde yazıya geçirilmiş olması hem de ezberlenmek suretiyle muhafaza edilmesi yönüyle orijinal ve aslına uygun şekliyle günümüze kadar gelmiştir.

4. Peygamberlik. Yahudilik ve Hristiyanlık sonradan tahrif edildikleri için örnek ve önder şahsiyetler olan peygamberlerle ilgili çeşitli iddia ve iftiralarda bulunup sonra gelecek peygamberleri kabul etmezken İslâm, hem bütün peygamberlere imanı şart koşmuş hem de onları layık oldukları güzel vasıflarla tavsif etmiştir.

5. Dünya-ahiret dengesi. Yahudilik dünya hayatına, Hristiyanlık da dünyadan uzaklaşıp mânevî hayata daha çok ağırlık verirken İslâm her ikisi arasındaki dengeyi kurmuş ve korumuştur: “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste, ama dünyadan da nasibini unutma…” (el-Kasas 28/77).

6. Mükellefiyetlerin azlığı. Madde-mana, dünya-ahiret dengeleri açısından en ölçülü ve kolayca yaşanabilir; çeşitli emir ve hükümlerde kolaylığı öngörmesi açısından en kolay olan din İslâm’dır. İslâm, diğer ilâhî dinlerde var olan bazı ağır dini sorumlulukları ortadan kaldırmış, insanın yaratılışına en uygun ve yaşanabilir kuralları sunmuş, böylece dini daha da ağırlaştıran ve yaşanmasını zorlaştıran din yorumcularına da önemli bir uyarıda bulunmuştur. Bu son dinin peygamberi Kur’an’da şu şekilde anlatılır: “Yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyanlar (var ya) işte o peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten meneder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirleri indirir. O peygambere inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır” (el-A‘râf
7/157). Bu ayette hem Mûsâ şeriatında mevcut çok sayıdaki kural ve vecîbelere (temizlik kuralları, yiyeceklerle ilgili esaslar, adetli kadınla ilgili yasaklar gibi) em de İnciller’de ortaya konan öğretinin gerektirdiği aşırı riyâzetçi eğilimlere işaret edilmektedir.

İslâm, daha önceki şeriatlarda mevcut bazı ağır yükleri kaldırmış veya hafifletmiş, dini daha kolay ve yaşanabilir kılmıştır. Çünkü “İşte böylece sizin insanlığa şahitler olmanız, resulün de size şahit olması için sizi mûtedil bir ümmet kıldık” (el-Bakara 2/143) buyrulmaktadır. Resûlullah da “Kolay ve yüce Hanîflik’le gönderildim” (Müsned, V, 266; bk. Buhârî, “Îmân”, 29) diyerek İslâm’ın diğer şeriatlara göre daha mûtedil, kolay ve müsamahalı olduğunu vurgulamaktadır. Kur’an ve Sünnet’te, dini mükellefiyetlerin azaltılarak ve gerekli ve yeterli seviyede tutulduğu, İslâm’ın insanlara ağır yükler yüklemek için değil, rahmet ve inâyet olarak gönderildiği sıklıkla tekrarlanır. Kur’an ve
Sünnet’teki bu vurgu sebebiyle de İslâm bilginleri dinin anlatım ve yorumunda daima kolaylığı ve uygulanabilirliği tercih etmişlerdir. İslâm’ın peygamberi peygamberlerin, onun getirdiği din de dinlerin sonuncusudur. İslâm’ın bir diğer özelliği onun evrenselliğidir. Son din olması açısından öncekileri kucaklayıcı ve en mükemmel olmasıdır.

Hayır ve Şer

Sözlükte “iyilik, iyi, faydalı iş ve fayda” anlamlarına gelen hayır, Allah’ın emrettiği, sevdiği ve hoşnut olduğu davranışlar demektir. Sözlükte “kötülük, fenalık ve kötü iş” demek olan şer de Allah’ın hoşnut olmadığı, sevmediği, meşru olmayan, işlenmesi durumunda kişinin ceza ve yergiye müstehak olacağı davranışlar demektir.

Amentüde ifade edildiği üzere her Müslüman kadere, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna inanır. Yani alemlerin yaratıcısı olan Allah Teâlâ hayrı da şerri de irade eder ve yaratır. Çünkü alemde her şey onun irade, takdir ve kudreti altındadır. Alemde ondan başka gerçek mülk ve kudret sahibi, tasarruf yetkisi olan bir başka varlık yoktur. İnsan, hayrı da şerri de kendi iradesi ile kazanır. Allah’ın hayra rızası vardır, şerre ise yoktur. Hayrı seçen mükafat, şerri seçen ceza görecektir. Şerrin Allah’tan olması, kulun fiilinin meydana gelmesi için Allah’ın tekvînî iradesinin ve yaratmasının devreye girmesi demektir.

Yoksa Allah kulların kötü filleri yapmalarından hoşnut olmaz, şerri emretmez, şerre teşrîî (dinî) iradesi yoktur. Ehl-i sünnet’e göre, Allah’ın şerri irade edip yaratması kötü ve çirkin değildir. Fakat kulun şer işlemesi, şerri kazanması, şerri tercih etmesi ve şerle nitelenmesi kötüdür ve çirkindir. Mesela usta bir ressam, sanatının bütün inceliklerine riayet ederek, çirkin bir adam resmi yapsa, o zatı takdir etmek ve sanatına duyulan hayranlığı belirtmek için “ne güzel resim yapmış” denilir. Bu durumda resmi yapılan adamın çirkin olması, resmin de çirkin olmasını gerektirmemektedir. Yüce Allah mutlak anlamda hikmetli ve düzenli iş yapan yegane varlıktır. Onun şerri yaratmasında birtakım gizli ve açık hikmetler vardır. Canlı ölüden, iyi kötüden, hayır şerden ayırt edilebilsin diye, Allah eşyayı zıtlarıyla birlikte yaratmıştır.

Ayrıca insana şer ve kötü şeylerden korunma yollarını göstermiş, şerden sakınma güç ve kudretini vermiştir. Dünyada şer olmasa hayrın manası anlaşılamaz, bu dünyanın bir imtihan dünyası olmasındaki hikmet gerçekleşemezdi. Şer Allah’ın adalet ve hikmeti gereği veya kendisinden sonra gelecek bir hayra vasıta ve aracı olmak ya da daha kötü ve zor bir şerri defetmek için yaratılmıştır. Allah’ın kudreti ile meydana gelen her işte ya kendimiz, ya başkaları, ya da toplum için birtakım faydalar bulunabilir. Bir şeyin şer olması bize göredir. Bir ayette bu husus şöyle açıklanmaktadır: “Umulur ki, hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırdır. Ve yine umulur ki, sevdiğiniz bir şey de sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir” (el-Bakara 2/216). Bir şeyin şer sayılmasının gerçeğe ve sonuca uymayışına şöyle bir örnek verilebilir: Hz. Peygamber‘in yurdundan ayrılmaya zorlanıp Mekke’den Medine’ye hicret etmesi ilk bakışta birçok kimseye şer olarak gözükmüş ise de, bu olay bir süre sonra Mekke fethi gibi iyi bir sonuca ortam hazırlamış ve nice hayırlı gelişmelere vesile olmuştur.

Oruç Tutmamayı Mübah Kılan Mazeretler

Oruç tutmanın imkansız veya çok meşakkatli, zor veya sakıncalı olduğu bazı özel durumlar sebebi ile bu oruç tutulmayabilir. İslam dininde kolaylık temel prensiptir. Dini yükümlülüklerin yerine getirilmesi sırasında insan takatinin sınırları zorlanmaz. Kur’ân- Kerim’de,

“Allah bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar” (Bakara, 2/286)

“Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez” (Bakara, 2/185) buyrulmuştur.

Oruç tutmamayı mübah kılan bu özel durumlar şunlardır:

1. Hastalık:

Ramazan ayı içerisinde oruç tutamayacak derecede hasta olanlar ile oruç tuttuğu takdirde hastalığının artacağından endişe edenler oruç tutmayı ertelerler. Bu durumda, kişisel endişeler değil, tıp uzmanlarının tespitleri dikkate alınır. Daha sonra sağlıklarına kavuştukları zaman tutamadıkları oruçları kaza ederler.

Bu konuda ruhsat şu ayete dayanmaktadır:

“Sizden kim hasta, ya da yolculukta olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde tutar.” (Bakara, 2/184)

2. Yolculuk:

Dini anlamda yolcu, en az 90 km. mesafedeki bir yere gitmek üzere bulunduğu şehirden ayrılan ve gideceği yerde Hanefilere göre 15 günden az bir süre, şafiî mezhebine göre giriş ve çıkış günleri hariç dört günden az bir süre kalacak olan kimsedir. (Şirâzî, II, 590)

Bir kimse Ramazan günlerinde yolcu olursa oruç tutmayabilir. Tan yerinin ağarmasından yani oruca başladıktan sonra yolculuğa çıkan kimse ise o günkü orucu bozmaz, oruçlu olmaya devam eder. Ancak orucu bozacak olursa, sadece kaza gerekir, kefaret gerekmez. (Mevsîlî, I, 134)

Yolculuk sebebi ile tutulamayan oruçlar, Ramazan ayından sonra kaza edilir. Kur’ân-ı Kerim’de bu husus yukarıda zikrettiğimiz ayette açıkça beyan edilmektedir. Peygamberimiz (s.a.s.) çıktığı bir yolculukta oruç tutmamıştır. (Tirmizî, “Savm”, 18) ve başka bir münasebetle de öyle buyurmuştur:

“(Eğer sıkıntı veriyorsa) yolculukta oruç tutmak iyilikten değildir.” (Tirmizî, “Savm”, 18)

Bu hadisin hükmü, oruç tutunca sıkıntıya düşecek misafirler için söz konusudur. Bir kimseye misafirlikte oruç tutmak sıkıntı vermeyecekse oruç tutabilir. Nitekim sahabeden, Hamza b. Amr el-Eslemî, Hz. Peygamberden misafirlikte iken oruç tutup tutamayacağını sormuş, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.),

“İstersen oruç tut istersen tutma” cevabını vermiştir. (Tirmizî, “Savm”, 19)

Misafirlikte iken sahabeden bazısı oruç tutmuş bazısı tutmamıştır. Ne oruç tutanlar tutmayanlar ne de tutmayanlar oruç tutanları ayıplamıştır. Gücü ve sağlığı yerinde olan tutmuş, zayıf olanlar tutmamıştır. (Tirmizî, “Savm”, 18)

3. Hamilelik: 

Hamile kadınlar da doğacak çocuğun gelişmesinden endişe edilmesi halinde oruç tutmazlar. (Tirmizî, “Savm”, 21) Daha sonra tutamadıkları oruçları kaza ederler. Hamilelik bu konuda hastalık hükmündedir.

4. Emzikli Olma:

Çocuk emzirmek durumunda olan kadınlar, tıpkı hamile kadınlar gibi, süt emen çocuğun sütten kesilip gıdasız kalmasından endişe edilmesi halinde oruç tutmazlar. Daha sonra tutamadıkları oruçları kaza ederler. Süt emen çocuğun emziren kadının kendi çocuğu olması ile başkasının çocuğu olması arasında fark yoktur. Şu kadar var ki, başkasına ait bir çocuğun emzirilmesi durumunda, çocuğu emzirecek başka kadının bulunmaması gerekir.

5. Yaşlılık:

Oruç tutamayacak kadar yaşlı olan ve artık oruç tutma imkanı bulamayan kimseler oruç tutmazlar. Oruç tutamadıkları her gün için bir iftar sadakası miktarı fidye verirler. Kur’ân’da konu ile ilgili olarak öyle buyrulmuştur:

“(Yaşlılık ve hastalık gibi meşru bir sebeple) oruca zor güç yetirenler (oruç tutmazlar ve) bir yoksul doyumu fidye verir.” (Bakara, 2/184)

6. Dayanılmayacak Derecede Açlık ve Susuzluk:

Oruç tutması halinde açlık ve susuzluk sebebiyle sağlık yönünden herhangi bir tehlike ile karşı karşıya kalacak olan kimse oruç tutmayı başka bir zamana erteler. Bu konuda doğacak zarar tecrübe veya uzman bir doktorun beyan ile anlaşılır.

“Hz. Peygamber Efendimiz, bir yolculuk sırasında bir kalabalık ve gölgelendirmeye çalıştıkları bir adam gördü, “Bu nedir? diye sordu. ‘Oruçlu biri, (fenalık geçirdi)’ diye cevap verdiler. Bunun üzerine Rasûlullah “Yolculuk sırasında oruç tutmak iyilik değildir’ buyurdu.” (Buhârî, “Savm”, 35)

7. Çok Ağır İşlerde Çalışmak:

Çok ağır ilerde çalışmak durumunda olan kimse, oruç tuttuğu takdirde sağlığının bozulacak olması halinde orucunu erteleyebilir. Oruç tutmaya başlayan bir kimse çalıştığı iş sırasında sağlığı bozulacak derecede oruç tutmakta zorlanırsa orucunu bozabilir. Böyle meşru bir mazeret olmadıkça bozamaz. Bedir ve Mekke’nin fethi savaşı Ramazan ayına denk gelmiş, sahabe savaşın yoğunluğu ve sıkıntısı sebebiyle oruç tutmamıştır. Konu ile ilgili olarak Hz. Ömer öyle demiştir:

“Rasûlullah ile Ramazan ayında Bedir ve Mekke’nin fethi savaşlarını yaptık. Her iki savaşta da oruç tutmadık.” (Tirmizî, “Savm”, 20) Hatta sahabeden Ebû Said (r.a.),

“Peygamberimiz Ramazan ayında yönettiği bir savaşta başladığımız orucu bozmamızı emretti” demiştir. (Tirmizî, “Savm”, 20)

8. Geçici Olarak Aklını Yitirmek, Bayılmak:

Geçici olarak aklını yitiren veya Ramazan ayının tamamını baygın ya da aklı başında olmaksızın geçiren kimse oruç tutmakla yükümlü değildir. Çünkü bu durumda olan kimse, hükmen Ramazan ayına ulaşmam sayılır. Fakat Ramazanın bazı günlerinde iyileşirse o günlerde oruç tutar ve oruçlu geçirmediği günleri Ramazandan sonra kaza eder.

Nouman Ali Khan İstanbul Konferansından Başlıklar

Nouman Ali Khan İstanbul Konferansı

Nouman Ali Khan‘ın 23 Ağustos’ta verdiği İstanbul konferansı tam da beklediğimiz gibi coşkulu ve heyacanlı geçti. Boğaziçi Üniversitesi İslami Araştırmalar Kulübü‘nden gönüllü arkadaşların desteğiyle gerçekleşen konferans, tanıtım videoları ve yoğun katılım dolayısıyla 20:45 gibi başlayabildi.

Nouman Ali Khan‘ın 21:30 civarında başlayan sohbeti Hudeybiye anlaşması ve Fetih Suresi üzerindeydi.

 

Hudeybiye anlaşmasının detaylarına gelecek olursak:  Hicretin 6. yılında Peygamber Efendimiz rüyasında kendisinin emniyet içerisinde, başları traşlı bir şekilde, Kabe’ye girdiğini ve Kabe’nin anahtarını alıp Arafat’a çıktığını görmüştü. Bunun üzerinde sevgili Peygamberimiz umre yapmaya niyet etti ve beraberindeki 1.400 sahabeyle birlikte ihramlarını giyip, kurbanlık hayvanlarını alıp Mekke’ye doğru çoz zorlu bir yoldan ilerlemeye başladı. Kureyş kabilesi çeşitli vesileler ve aracılarla Müslümaları yolundan alıkoymak istedi. Müslümanlar ile Kureyş arasında sonunda Hudeybiye anlaşması imzalandı. Bu anlaşmaya göre Müslümanlar, o yıl değil de ertesi yıl Kabe’yi tavaf edebilecekti. Ayrıca müşriklerden kim iman edip, Müslüman’lara katılırsa, Mekke’ye geri verilecekti.

 

Anlaşmanın ardından Resullullah (sav) azhabından kurbanlarını kedip traş olmalarını istedi. Müslüman kafilesi Medine’ye dönerken yolda Fetih suresi nazil oldu.

Bismillâhirrahmânirrahîm:

  1. Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik.
  2. Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru bir yola iletir.
  3. Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder.

Hudeybiye anlaşması Mekke’nin fethinin yolunu açan önemli bir antlaşma idi.

Nouman Ali Kan’ı Türkiye’ye getiren organizasyona bir daha teşekkür ederiz. Senai Demirci, Vakıf KatılımBoğaziçi Üniversitesi İslami Araştırmalar Kulübü ve Samet Serhat Sarı ‘ya çok teşekkür ederiz.

MEKKE’NİN FETHİ

mekke
“Biz sana apaçık bir fetih ve zafer sağladık.”
[el-Feth Suresi, 1]

 

 

 

 

 

 

a) Hudeybiye Muahedesinin Bozulması

Hudeybiye Barış Anlaşması, Müslümanlarla Kureyş arasında yapılmıştı. Anlaşma şartlarına göre, diğer Arap kabileleri, iki taraftan birinin himayesine girmekte, anlaşıp birleşmekte serbesttiler. Buna göre, Huzaa kabilesi, Müslümanların Beni Bekir (Bekir oğulları) kabilesi de Kureyş’in himayesine girmişti.

Hicretin 8’inci yılı Şaban ayında, Beni Bekir kabilesi, Peygamberimizin himayesinde bulunan Huzaa kabilesine ansızın bir gece baskını yaptı. Esasen iki kabile arasında öteden beri düşmanlık vardı. Bu baskında Beni Bekir, Kureyşten yardım ve teşvik görmüş, hatta İkrime, Safvan ve Süheyl. gibi ileri gelen bir kısım Kureyş gençleri baskında bizzat bulunmuşlardı. Baskın sonunda Huzaalılardan 23 kişi ölmüş, sağ kalanlar Harem-i Şerif’e sığınarak kurtulabilmişlerdi.

Bu olay üzerine Huzaalılar, 40 kişilik bir heyetle Medine’ye geldiler. Rasulullah (s.a.s.)’a durumu anlatıp yardımını istediler.

Huzaalılarla Müslümanlar arasında öteden beri dostluk vardı. Bu dostluğun temeli, İslam’dan öncesine kadar uzanıyordu. Bu sebeple Huzaalılar, Müslümanlarla ilgili, Mekke’de olup biten her şeyi Rasulullah (s.a.s.)’a gizlice bildirirlerdi. Hendek Savaşı hazırlığını da onlar haber vermişlerdi.

Huzaa kabilesine yapılanlardan, Rasulullah (s.a.s.) son derece üzüldü. Kendilerine yardım edeceğini va’detti. Kureyş’e derhal bir elçi göndererek:

Öldürülen Huzaalılardan diyetlerinin ödenmesini, veya

Beni Bekir Kabilesinin himayesinden vazgeçilmesini istedi.

İki şarttan biri kabul edilmediği takdirde, Hudeybiye Anlaşmasının bozulmuş sayılacağını, bildirdi.

Kureyşliler, ilk iki şartı kabul etmeyip Hudeybiye anlaşmasını bozduklarını bildirdiler. Daha önce fiilen bozdukları antlaşmayı, böylece resmen de bozmuş oldular.

b) Kureyş’in Barışı Yenileme Teşebbüsü

Kureyşliler, bir müddet sonra hatalarını anladılar. Alaşmayı bozduklarına pişman oldular. Derhal anlaşmayı yenilemek ve barış süresini uzatmak üzere Ebu Süfyan’ı Medine’ye yolladılar.

Ebu Süfyan, Medine’de önce, Rasulullah (s.a.s.)’ın zevcelerinden kızı Ümmü Habibe’ye gitti. Oturacağı sırada, Ümmü Habibe minderi topladı. Halbuki evde üzerine oturulacak başka bir şey yoktu. Ebu Süfyan sordu:

– Kızım, minderi mi benden esirgiyorsun, yoksa beni mi minderden? Kızı cevap verdi.:

– Bu, Rasulullah (s.a.s.)’e aittir. Sen ise müşriksin, pissin. Bu yüzden üzerine oturmanı istemedim.

Ebu Süfyan, daha sonra Rasulullah (s.a.s.)’e başvurdu. Olumlu bir sonuç alamadı. Başta Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer olmak üzere ashabın ileri gelenleriyle bir bir görüştü, barışın yenilenmesi için desteklerini istedi. Hz. Fatıma’yı ziyaret ederek O’ndan yardım bekledi. Fakat bütün gayretleri boşa çıktı; hiç bir netice elde edemedi. Eli boş dönmek istemiyordu. Hz. Ali’nin tavsiyesine uymaktan başka çare yoktu. Mescide geldi:

– Ey nas, ben her iki tarafı da himayeme alarak, Hudeybiye barışını yeniliyorum. Sanırım, kimse benim ahdimi bozmaz.. dedi. Fakat, kimseden cevap alamadı. Devesine bindi, ümitsiz olarak Mekke’nin yolunu tuttu. Bir işaretle bütün Mekke’yi harekete geçiren Ebu Süfyan, Medine’de kimseye sözünü dinletememiş, öz kızına bile meramını anlatamamıştı.

Dönüşünde olup bitenleri olduğu gibi Mekkelilere anlattı. Onun sözlerini dinleyenler:

– Yazık, sen hiç bir şey yapmamışsın. Bize barış haberi getirmedin ki, güven içinde olalım, Savaş haberi getirmedin ki, hazırlanalım. Ali seninle alay etmiş. Senin tek başına ilan ettiğin barış neye yarar. dediler.

c) Fetih Hazırlığı

Ebu Süfyan Mekke’ye döndükten sonra Rasulullah (s.a.s.)gizlice fetih hazırlığına başladı. Ashabına sefer için hazırlanmalarını emretti. Ayrıca, Gıfar, Eslem, Eşca’ Müzeyne, Cüheyne, Süleym gibi, kendisine bağlı kabilelere haber salarak Ramazan’ın ilk günlerinde Medine’de toplanmalarını istedi.

Rasulullah (s.a.s.),Mekke’nin kan dökülmeden fethedilmesini istiyordu. Kureyş savunma için hazırlık yapar da karşı koyarsa, kan dökülürdü. Bu yüzden hazırlıklar son derece gizli tutuldu. Mekke ile Medine arasındaki bütün yollar kesildi. Bu vazife Huzaa kabilesine verildi. İki taraf arasında sanki kuş uçmuyordu. Bu arada dikkatlerin başka yöne çekilmesi için Necid tarafına bir de seriyye göndermişti.

d) Ebu Beltea oğlu Hatıb’ın Kureyş’e Yazdığı Mektup

Ancak ashabtan Ebu Beltea oğlu Hatıb, durumdan Kureyş’i haberdar etmek istemiş, bir mektup yazarak gizlice Mekke’ye göndermişti. Hz. Peygamber (s.a.s.), İlahi vahiy ile bunu öğrendi. Hemen Hz. Ali ile iki arkadaşını görevlendirdi.

– Hah bostanına kadar gidin, orada, mahfe içinde yolcu bir kadın bulacaksınız. Yanında bir mektup var, onu alıp getirin, buyurdu.

Kadın önce inkar etti fakat, “seni şimdi çırılçıplak soyar, her tarafını ararız”, deyince, çaresiz mektubu saçının hotozu arasından çıkardı.

Mektupta, Rasulullah (s.a.s.)’ın önüne durulamayacak bir ordu ile Mekke üzerine yürüyeceği bildiriliyordu. Herkes şaşırıp kaldı, çünkü Hatib’dan böyle bir şeyi kimse beklemiyordu. Rasulullah (s.a.s.) bir hey’et önünde Hatib’ı sorguya çekti.

– Ey Hatib, bu ne iş, niçin bunu yaptın, diye sordu. Hatib:

– Ya Rasulullah hakkımda karar vermekte acele etmeyin. Ben Kureyş’e anlaşarak bağlı bir kimseyim, fakat hiç bir zaman onların mahremi olmadım. Yanınızdaki muhacir kardeşlerimin, Mekke’de ailesini ve mallarını koruyacak yakınları var, benimse kimsem yok. Mekkelilerden nimetdarlar kazanarak ailemi korumak istemiştim. Bu işi dinimden dönmek için yapmadım, ben Müslüman olduktan sonra, kat’iyyen küfre razı olmam, diye kendini savundu. Hz. Ömer, dayanamayıp:

– Ya Rasulallah, izin ver de şu münafığın boynunu vurayım, demişti. Fakat, Rasulullah (s.a.s.) Hatib’ın suçunu bağışladı.

– Ya Ömer, Hatib Bedir Gazası’nda bulundu, ne bilirsin belki de Cenab-ı Hak Bedir ehline: “Bundan böyle istediğinizi yapın, sizi bağışladım” demiş olabilir, buyurdu.

Fakat bu olayla ilgili olarak:

“Ey inananlar, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar, size gelen hakkı tanımadıkları ve Rabbimiz olan Allah’a inandığınız için peygamberi de sizi de (yurdunuzdan) çıkardıkları halde onlara sevgi (mi) gösteriyorsunuz? Siz benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için (yurdunuzdan) çıkmışsanız, ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bildiğim halde, nasıl olur da onlara sevgi gösterirsiniz. İçinizden her kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur.” (el-Mümtehine Suresi, 1) anlamındaki ayet-i kerime indirilmiştir.

e) Mekke’ye Yürüyüş

Müslümanlığın temeli, “Tevhid İnancı” dır. Tevhid İnancı’nın, yeryüzünde en büyük abidesi, Mekke’deki Kabe’dir. Ancak bu kutsal yer, putlarla doldurulmuş, putperestliğin merkezi haline getirilmişti. İslam güneşi doğalı 20 yıl olmuştu. Artık, Mekke’nin şirkten kurtulması, Kabe’nin putlardan temizlenmesi gerekiyordu.

Rasulullah (s.a.s.), Hicretin 8’inci yılı, Ramazan’ın 10’uncu Pazartesi günü 10 bin kişilik muazzam bir ordu ile Medine’den çıktı. (1 Ocak 630) Yolda katılan birliklerle, ordunun sayısı daha sonra 12 bine yükselmişti. O gün Rasulullah (s.a.s.) ve ashabı oruçluydu. Yola çıktıktan sonra oruçlarını bozdular.

Rasulullah (s.a.s.)’ın amcası Abbas Müslüman olmuş, fakat Müslümanlığını gizleyerek Mekke’de müşrikler arasında kalmıştı. Böylece Mekke’deki haberleri gizlice Rasulullah (s.a.s.)’e ulaştırıyordu. Artık Mekke’de yapılacak iş kalmamıştı. Hicret için Mekke’den çıktı, fakat yarı yolda Fetih Ordusuyla karşılaştı. Eşyasını çocuklarıyla Medine’ye gönderip O da orduya katıldı. Rasulullah (s.a.s.) Abbas’ın gelişinden memnun oldu.

– Peygamberlerin sonuncusu ben oldum, muhacirlerin sonuncusu da sen; diye iltifatta bulundu.

Mekke’ye bir konak (yaklaşık 16 km.) mesafede “Merru’z-zahran” denilen yerde karargah kuruldu. Rasulullah (s.a.s.), ortalık kararınca burada ordu mevcudunun sayısınca ateş yakılmasını emretti. Böylece, ordunun haşmetini Kureyş’e göstermek istiyordu.

Yollar iyice tutulduğu için, İslam ordusu Merru’zahran’a gelinceye kadar Mekkeliler hiç bir haber alamamışlardı. Müslümanların yaklaştığını duyunca ne yapacaklarını şaşırdılar. Ebu Süfyan durumu anlamak, Müslümanlar hakkında bilgi edinmek istiyordu. Yanına bir kaç kişi alarak, Mekke’den çıktı. Uzakta yanmakta olan ateşler, hacıların, Arafatta arefe gecesi yaktıkları ateşlere benziyordu. Merakla ateşlere doğru ilerledikleri sırada Rasulullah (s.a.s.)’ın muhafızları tarafından yakalanarak Peygamber Efendimizin huzuruna getirildiler, Rasulullah (s.a.s.)’a karşı en çok kin besleyen Mekke’nin resi Ebu Süfyan burada müslüman oldu. Artık Mekke fethedilmiş demekti. Belki hiç mukavemet görülmeyecekti. Hz. Abbas:

– Ya Rasulallah, Ebu Süfyan övünmeyi sever, iftihar edebileceği bir lütufta bulunsanız, demişti. Rasul-i Ekrem:

– Her kim Ebu Süfyan’ın evine girerse, emniyettedir. Her kim kendi evine kapanır, ordumuza karşı koymazsa, emniyettedir. Her kim Harem-i Şerif’e girerse, emniyettedir. Ebu Süfyan bunu ilan etsin, buyurdu.(322) Daha dün, İslam düşmanlarının lideri olan kişi, bugün Rasulüllah’ın emirlerini tebliğ etmekle iftihar edecek, şeref kazanacaktı.

Merru’z-zahran’dan hareket edileceği sıra Rasulullah (s.a.s.) Hz. Abbas’a:

– Ebu Süfyan’ı yolun dar bir yerine götür, İslam ordusunun ihtişamını görsün, diye emretti.

Hz. Abbas, Ebu Süfyan’ı, ordunun geçeceği dar bir geçit yerine oturttu. Mücahidler sırayla alay alay Ebu Süfyan’ın önünden geçtikçe Ebu Süfyan’ın yüreği burkuluyor, geçen her kafilenin hangi kabile olduğunu soruyordu. Hz. Abbas:

– Bunlar Gıfar kabilesi, şunlar Cüheyne.. diye geçen kabileleri bir bir anlattıkça Ebu Süfyan:

– Şaşılacak şey, bunlarla benim aramda ne düşmanlık var ki , buraya kadar gelmişler, diye hayretini ifade ediyordu. Bir ara:

– Ya Abbas, kardeşinin oğlunun saltanatı ne kadar da büyümüş, dedi. Hz. Abbas:

– Hayır, bu saltanat değil, nübüvvettir, diye cevap verdi.

Nihayet, Ebu Süfyan’ın daha önce benzerini görmediği bir birlik geçti. Bunlar, ensardı. Başlarında Sa’d b. Ubade sancağı taşıyordu. Son gelen birlik, sayıca hepsinden azdı. Bu birlikte Rasulullah (s.a.s.) ile ensar ve muhacirlerden en yakın arkadaşları vardı. Rasulullah (s.a.s.)’in sancağını Avvam oğlu Zübeyr taşıyordu.

Ensar alayı, Uhud ve Hendek Savaşları’nda müşrik ordusunun başkomutanı Ebu Süfyan’ın önünden geçerken Sa’d b. Ubade:

– Ey Ebu Süfyan, bugün en büyük kıtal günüdür, bu gün Kabe’de kan dökmenin helal kılındığı gündür, demişti. Ebu Süfyan Sa’d’ın sözlerini Rasulullah (s.a.s.)’a nakletti. Hz. Rasulullah (s.a.s.):

– Sa’d yanlış söylemiş, bugün Cenab-ı Hakk’ın Kabe’yi yücelteceği gündür. Bugün Kabe’nin tevhid elbisesine bürüneceği gündür, buyurdu.(323) Sa’d’ın kan dökmesinden endişelendiği için, hemen Hz. Ali’yi gönderdi, ensar sancağının Sa’d’dan alınıp oğlu Kays’a verilmesini emretti.

Müslüman mücahidlerin geçit resmini baştan sona seyreden Ebu Süfyan, Mekke’nin tesliminden başka çare olmadığını anladı. Hz. Abbas’tan ayrılarak, hemen Mekke’ye döndü. Harem-i Şerif’e vardı. Heyecan içinde kendisini bekleyen Mekkelilere yüksek sesle hitabetti:

– Muhammed (s.a.s.) , karşı koymamıza imkan olmayan bir ordu ile geliyor:

1) Her kim Ebu Süfyan’ın evine gelirse emniyettedir.

2) Her kim silahını bırakır, evine kapanırsa emniyettedir.

3) Her kim, Harem-i Şerif’e sığınırsa emniyettedir. Ey Kureyş, Müslüman olunki, selamet bulasınız…

Ebu Süfyan’ı dinleyenler, şaşırıp kaldılar. Her gün Müslümanlığın aleyhinde bulunan bu adam, şimdi herkese “müslüman olun”, diyordu. Herkeste bir telaş başladı. Kimisi küfrediyor, kimisi bağırıp çağırıyor, kimi de mukavemet için hazırlanıyordu. Çoğunluk ise Ebu Süfyan’ın sözlerine uyup evlerine çekildiler. Bir kısmı da Harem-i Şerif’te ve Ebu Süfyan’ın evinde toplandılar.

f) Mekke’ye Giriş (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M.)

Rasulullah (s.a.s.), Mekke’ye girmeden önce, “Zi Tuva” denilen yerde durdu. Ordusunu dört kısma ayırıp her birinin gireceği yerleri tayin etti. “Sakın savaşa girmeyin, saldırıya uğrayıp mecbur kalmadıkça kan dökmeyin…” diye tenbihte bulundu.

Sekiz yıl önce, yurdundan üç kişilik bir kafile ile nasıl ayrılmıştı, şimdi nasıl bir ihtişamla dönüyordu. Rasulullah (s.a.s.) devesinin üstünde bütün bunları düşünüyor, mağrur bir fatih gibi değil, son derece mütevazi bir halde, başı secde eder gibi, devenin boynuna yapışmış, tesbih, tehlil ve dua ile, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz lütuflarına şükrederek ilerliyordu.

Bütün birlikler, kan dökmeden Mekke’ye girdiler. Yalnızca Velid oğlu Halid’in komuta ettiği birlik tecavüze uğradı. Kureyş’in azılılarından Ümeyye oğlu Safvan, Amr oğlu Süheyl ve Ebu Cehil’in oğlu İkrime bir çete kurdular. Halid’in birliklerini Mekke’ye girerken ok yağmuruna tutarak iki müslümanı şehid ettiler. Bu durumda Halid, saldırganlar üzerine hücum ederek, bir hamlede onüç tanesini öldürdü, diğerleri dağılıp kaçtılar.

Rasulullah (s.a.s.) kan döküldüğünü duyunca üzüldü. Fakat, tecavüzün müşriklerden başladığını öğrenince:

– İlahi takdir böyleymiş, buyurdu.

Rasulullah (s.a.s.) çadırını Kinaneoğulları yurdunda “Hacun” denilen yerde kurdurdu. Mekke Devri’nin 7’inci yılında, Kureyş müşrikleriyle Kinaneoğulları burada küfr üzerine anlaşmışlardı. Bu anlaşma gereğince Müslümanlar üç yıl muhasara altında çok acı günler yaşamışlardı.

Rasulullah (s.a.s.) çadırında gusledip 8 rek’at “duha namazı” kıldı, sonra, devesine binerek, Kabe’ye geldi. Yol boyunca Fetih Suresi’ni okuduğu işitiliyordu.(326) Deve üzerinde, ihramsız olarak Kabe’yi tavaf etti. Elindeki ucu eğri değnekle hacer-i Esved’i istilam etti.

g) Kabe’nin Putlardan Temizlenmesi

Kabe etrafında 360 put vardı. Bunların en büyüğü olan “Hubel”, Kabe’nin üstüne konulmuştu. Diğerleri Kabe’nin etrafına ve içine yerleştirilmişlerdi. Rasulullah (s.a.s.) değnekle bunları itiyor, her birini bizzat deviriyordu. Putlar yıkılırken:

“Hak geldi, batıl yok oldu, esasen batıl yok olmaya mahkumdur.” “Hak geldi, artık batıl ne yeniden başlar, ne de geri gelir” diyordu.

Kabe’ye girmek için Rasulullah (s.a.s.) anahtarını istedi. Talha oğlu Osman anahtarı getirdi. “Emanettir Ya Rasulallah”, diyerek Hz. Peygamber (s.a.s.)’e teslim etti. Kabe’nin içi de putlarla doluydu. Duvarlarına resimler asılmıştı. Rasulullah (s.a.s.)’ın emriyle Hz. Ömer bunları dışarı attı. Müşrikler, ilah diye taptıkları putların parçalanışını şaşkın şaşkın seyrettiler. Dünkü mabudlar bir anda moloz yığını haline gelmiş, çöplüklere atılmıştı. Sonra, Rasulullah (s.a.s.), yanına Üsame, Bilal ve Talha oğlu Osman’ı da alarak Kabe’ye girdi, kapının karşısındaki duvara doğru namaz kıldı.(330) Beyt-i Şerifi dolaşıp her tarafında tekbir getirdi. Uzunca bir müddet içeride kaldı. Bu sırada bütün Kureyş Harem-i Şerif’te toplanmış, sabırsızlıkla, haklarında verilecek hükmü bekliyorlardı.

h) Fetih Hutbesi ve Genel Af

Rasulullah (s.a.s.) Kabe kapısının eşiğinde durdu. Karşısında sıralanmış olan Mekkelilere baktı. 20 yıl boyunca şahsına ve Müslümanlara ellerinden gelen her kötülüğü yapmaktan çekinmeyen bu adamların hayatı, şimdi O’nun iki dudağı arasından çıkacak hükme bağlıydı. Rasulullah (s.a.s.) 20 yıl boyunca çektiklerini bir anda zihninden geçirdi, sonra şöyle hitabetti.

“Allah’tan başka ilah yoktur, yalnız O vardır. O’nun eşi ve ortağı yoktur. O va’dine bağlı kaldı, sözünü yerine getirdi. kuluna yardım etti, tek başına bütün düşmanları hezimete uğrattı.

İyi bilin ki bütün cahiliyet adetleri, mal ve kan davaları bugün şu iki ayağımın altındadır. Yalnız, Kabe hizmetleriyle hacılara su dağıtma işi (hicabe ve sikaye hizmetleri) bu hükmün dışında bırakılmıştır.

Ey Kureyş Cemaati! Allah sizden cahiliyet gururunu, babalarla, soylarla büyüklenmeği giderdi. Bütün insanlar, Adem’dendir, (O’nun çocuklarıdır.) Adem de topraktan yaratılmıştır.”

Sonra şu anlamdaki ayet-i kerimeyi okudu.

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Övünesiniz diye değil, kolaylıkla tanışasınız diye, sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerliniz, Ona karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah her halinizi bilir, O her şeyden haberdardır.” (Hucurat Suresi, 13)

Rasulullah (s.a.s.) Mescid-i Haram’ın geniş sahasını dolduran kalabalığı manalı bir bakışla süzdükten sonra:

– Ey Kureyş cemaati! Size şimdi nasıl bir muamele yapacağımı sanıyorsunuz? diye sordu. Mekkeliler hep bir ağızdan:

– Hayır umuyoruz. Sen kerim bir kardeş, ali cenab bir kardeş oğlusun, diye cevap verdiler. Rasul-i Ekrem (s.a.s.):

– Ben de size Yusuf’un kardeşlerine söylediği gibi, “Bu gün size geçmişten dolayı azarlama yok.” (Yusuf Suresi, 92) diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz, buyurdu.

Böylece Rasulullah (s.a.s.) hepsini affetmişti. Halbuki bunlar Hz. Peygamber (s.a.s.)’e neler yapmamışlardı. Müslümanları en korkunç işkencelere tabi tutmuşlar, akla hayale gelmedik eziyetler yapmışlardı. Şimdi başkaları olsa ne yapardı; Hz. Peygamber (s.a.s.) ne yapmıştır? Bu mukayese Rasulullah (s.a.s.)’in büyüklüğünü ortaya koymağa kafidir.

Bu hitabesinden sonra Rasulullah (s.a.s.) Mescid-i Haram’da oturdu. Sikaye (hacılara su ve zemzem dağıtma) hizmeti Abdülmuttaliboğullarındaydı. Bu hizmeti Hz. Abbas yapıyordu. Hicabe (Kabeyi açıp-kapama ve anahtarını taşıma) hizmetini ise Ebu Talha oğulları yapıyordu. Bu esnada Hz. Ali bu iki hizmetin Abdülmuttaliboğulları’nda birleştirilmesini istemişti. Fakat Rasulullah (s.a.s.) Osman b. Talha’yı çağırdı.

– Ya Osman, bugün iyilik ve ahde vefa günüdür, al işte anahtarın, buyurdu.

Öğle vakti, Hz. Bilal Kabe’nin üstüne çıktı. Güzel ve gür sesiyle ezana başladı. “Allahü Ekber” nidaları müşriklerin yüreklerini burkuyordu. Bu esnada, Ebu Süfyan, Esid oğlu Attab, Hişam oğlu Haris gibi Kureyşin ileri gelenlerinden birkaç kişi Kabe’nin avlusunda bir köşeye toplanmış konuşuyorlardı. İçlerinden Attab:

– Babam şanslı adammış, daha önce öldü de şu sesi işitmedi, dedi. Haris de:

– Şunun hak olduğunu bilsem, vallahi ben de icabet ederdim, diye konuştu. Ebu Süfyan ise:

– Ben bir şey söylemeyeceğim. Bir şey konuşsam şu çakılların bile dile gelip O’na haber vereceğinden korkuyorum, dedi.

Az sonra yanlarına Rasulullah (s.a.s.), aralarında konuştuklarını bir bir söyledi. Bunun üzerine:

– Konuştuklarımızı kimse duymamıştı. Biz şehadet ederiz ki, sen Allah’ın Rasulüsün, diye şehadet getirdiler.(333)

l) Mekke Halkının Biatı

Öğle namazından sonra, Rasulullah (s.a.s.) Safa tepesinin yüksekce bir yerinde oturdu. Önce erkeklerden, sonra da kadınlardan biat aldı. Erkekler, İslam ve cihad üzerine biat ettiler. Kadınlar ise aşağıda meali yazılı ayet-i celiledeki esaslara uyacaklarına dair biat ettiler.

“Ey Peygamber, mü’min kadınlar Allah’a hiçbir eş ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir bühtan uydurup getirmemek ve hiçbir güzel işte sana karşı gelmemek üzere sana biata geldiklerinde biatlarını kabul et, Onlara Allah’tan mağfiret dile, Çünkü Allah çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir.” (el-Mümtehine Suresi, 12)

Erkekler, Rasulullah (s.a.s.)’in elini tutup musafaha ederek biat ettiler. Kadınlar ise sözle ve Rasulullah (s.a.s.)’in bulunduğu su kabına ellerini batırarak biat ettiler. Rasulullah (s.a.s.) in eli, hiç bir zaman yabancı bir kadının eline değmemiştir.

j) Rasulullah (s.a.s.)’in Ensar’ın Endişesini Gidermesi

Fetihten sonra ensar kendi aralarında :

– Cenab-ı Hakk, Rasulüne doğup büyüdüğü vatanının fethini müyesser kıldı. Artık bizimle döner mi, yoksa buraya mı yerleşir, diye endişelerini belirtmişlerdi. Rasulullah (s.a.s.) bunu duyunca:

– Böyle bir şeyden Allah’a sığınırım. Ben memleketinize hicret ettim. Hayatınız, hayatım; ölümünüz ölümümdür, buyurdu. Ensarın endişelerini giderdi.

 

 

Kaynak: dinibil.com