Re’y ve İctihad

Re’y ve ictihad, en genel anlamıyla, asli iki delil olan Kur’an ve Sünnet’i, sayılan metotları ve benzerlerini kullanarak anlama, yorumlama ve metinle akıl ve toplum arasını buluşturma faaliyetidir.

Sözlükte “şahsi görüş, düşünce ve kanaat” manasına gelen re’y kelimesi fıkıh literatüründe “hakkında açık bir nas yani ayet veya hadis metni bulunmayan fıkhi bir konuda müctehidin belli metotlar uygulayarak ulaştığı şahsi görüş” anlamında kullanılan bir terimdir. İctihad sözlükte “zor ve meşakkatli bir işi gerçekleştirme uğrunda kişinin olanca gayreti göstermesi”, fıkıh ilminde ise “fakihin şer‘i-ameli bir meselenin hükmünü ilgili delillerden çıkarabilmek için olanca gayreti sarf etmesi” anlamına gelir. Bu melekeye sahip olan kimseye müctehid denir. İlk dönemlerde fakih ve müftü de müctehidle eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
Son ve evrensel ilahi din olan İslam’ın, farklı dönem ve bölgelerde insanoğlunun karşılaştığı problemlere genel veya özel çözüm getirebilmesi, insanı iyi, doğru ve güzele yönlendirebilmesi için Kitap ve Sünnet’in anlaşılması, yorumlanması ve sınırlı nasların sınırsız olaylara uzanması demek olan ictihad faaliyetine, hem dini bir vecibe hem de ameli bir zaruret olarak ihtiyaç vardır. Hz. Peygamber döneminden itibaren özellikle ilk birkaç asırda bu faaliyet ictihad, re’y, fıkıh istidlal, kıyas, istinbat gibi değişik isimlerle anılarak çok verimli bir şekilde sürdürülmüş, bunun sonunda hem ferdi ve toplumsal hayat kendi tabii seyrinde gelişerek devam etmiş, problemler çözüme kavuşturulmuş hem de müslüman toplumlarına has zengin bir hukuk kültürü oluşmuştur. İctihad ve re’y faaliyetinin yavaşladığı, donuklaştığı, dar kalıplar içerisine girip taklit ve ezberciliğin yaygınlaştığı ve mevcut sosyal şartlara uygun alternatif çözüm arayışlarına gidilmediği dönemlerde ise aynı ölçüde bir gelişmenin bulunmadığı görülür. Ayet ve hadislerde re’y ve ictihad faaliyetinin teşvik edildiği, Müslüman fert ve toplumlar için ictihadın hayati derecede önem taşıdığı bütün İslam alimlerince de sıklıkla ifade edildiği halde İslam dünyasında hicri IV. yüzyıldan sonra ictihad faaliyetinin gerileyip zayıfladığı ve ictihadın yerini taklidin almaya başladığı bilinmektedir. Bu durumun belli başlı amilleri arasında; siyasi baskı ve çekişmeler, ictihad kültür ve telakkisinin değişmesi, hazır fetvaların çoğalması, mezhepler etrafında meydana gelen kümeleşme, mezhep taassubu, yargı ve eğitim faaliyetinin belirli mezheplerin tekeline verilmesi, klasik literatürde yer alan mezhep görüşlerinin tarihi şartlarından koparılarak ele alınmaya ve dini ahkamın kendisi olarak algılanmaya başlanması gibi sebepler sayılabilir.

Bu sebeplerin bir kısmı, toplumda hukuki istikrar ve güven ortamını kurma, yargı birliğini sağlama, ameli ve pratik ihtiyaca cevap verme gibi toplumsal ve bireysel birtakım haklı sebeplere dayanmakta ve bu yüzden mezhepleşme kaçınılmaz görünmekte ise de, entelektüel seviyede bir ictihad faaliyetinin olmayışı İslam hukukunun vakıa ve toplumsal ihtiyaçla irtibatını zayıflatmış, onu teorik tutarlılıkla yetinmeye mahkûm etmiştir. Bununla birlikte İslam dünyasında geniş ölçekli sosyal ve siyasal değişimin yaşandığı, çözümsüz bırakılan problemlerin iyice çoğaldığı ve İslam kültür ve geleneğinin çok ciddi tehlikelere maruz kaldığı günümüzde ictihadın önemi yeniden hissedilmeye başlanmış, çeşitli kişi, kurum ve kuruluş tarafından bu yönde ümit verici örnekler sergilenmeye başlanmıştır.

Günümüzde müslümanların, gerek dinlerini daha iyi anlayıp dini ahkamı günlük hayatlarına ve canlı problemlerine intibak ettirebilmeleri gerekse kendileriyle ve dinleriyle uyum ve barış içinde yaşayabilmeleri için ictihad ve re’y faaliyetine eskiye göre daha çok ihtiyaçları vardır. Bunu yaparken de sağlam bir Kur’an ve hadis bilgisinin yanı sıra ilgili ayetler ve hadisler etrafında oluşan geleneksel fıkıh kültürünü, ayet ve hadislerin bütününü, genel ilke ve amaçlarını, toplumun değişen şart ve ihtiyaçlarını ayrı ayrı iyice kavramış olmaları gerekmektedir. Bu itibarla, günümüzde ictihadı bireysel bir çaba ve başarı olarak nitelendirmek yerine, değişik ilim dallarında uzmanlaşmış kimselerden oluşan bir ictihad şûrasının ortak faaliyeti olarak görmek daha isabetli görünmektedir. Öte yandan, günümüzde ictihad faaliyetinin amacı doğrudan bireye yol göstermek ve onun olaylar karşısındaki tavrını belirlemek değil de ibadetler ve ahval-i şahsiyye alanında fetva-ilmihal çizgisinde, diğer alanlarda ise kanunlaştırma hareketine katkıda bulunma ve alternatif görüş sunma şeklinde bir rol üstlenmek olmalıdır. İctihada kimlerin ehil olduğu ve ictihad faaliyeti sonunda ulaşılacak görüşün doğruluğu hususları kişi ve gruplara göre değişkenlik taşıdığı gibi, nasların açık hükmüne aykırı düşmeyen her bir içtihadın doğru olma ihtimali de teorik olarak eşittir. Bu sebeple de ictihad ürünü görüşlerin doktrin açısından isabet derecesinin tartışılması kadar toplumsal ihtiyaç ve beklentilere uygunluğu da ayrı bir önem taşımaya başlamıştır. Eski dönemlerde de ictihad ve fetvalar arasında benzeri pratik mülahazalarla bazı tercihlerin yapıldığı bilinmektedir. Böyle olunca toplumsal düzen ve hukuki istikrar için sözü edilen prosedürel ve pratik bir geçerlilik ve meşruiyet çizgisine ihtiyaç bulunmaktadır. Bundan hareketle, İslam hukuk doktrinindeki zengin tartışmalar ve görüş farklılıklarının, günümüzde yukarıda sözü edilen asli ve fer‘i deliller ve metotlar işletilerek buna ilave edilebilecek yeni yorum ve ictihadlarla birlikte, modern toplumların hukuki düzenlemeleri için yeni bir ufuk ve alternatif bir çözüm niteliği taşıdığı söylenebilir.

 

Allah’a Sığınılacak 4 Şey

Esmaül Hüsna - Allah

Enes b. Malik (r.a)’den nakledildiğine göre Allah Resulü şu duayı yapardı:

“Ey Allahım! Fayda vermeyen ilimden, huşû duymayan kalpten, işitilmeyen (kabul görmeyen) duadan ve doymayan nefisten sana sığınırım.” Sonra, ‘ey Allahım! Bu dördünden sana sığınıyorum’ derdi.” (Nesâî, İstiâze, 21)

 

Sevgili peygamberimizin çok anlamlı ve özlü dualarından birini içeren bu hadis, dört olumsuz şeyden Allah’a sığınmayı ifade ederken, karşılığında şu dört olumlu talebi de zımnen içermektedir: Faydalı ilim/bilgi, huşû duyan kalp, makbul dua ve kanaat eden nefis.

Sözlükte, boyun eğmek, teslim olmak, gözü yere çevirmek, tevazu göstermek gibi anlamlara gelen huşû, bir Müslümanın tam bir samimiyetle Allah’a bağlılığını, O’na gönülden teslimiyetini ifade eden bir kavramdır. “Onlar namazlarında huşu içindedirler.” (Mü’minûn, 2) diyen yüce Allah, âdeta dış dünya ile irtibatlarını keserek ruh ve bedenleriyle kendisine yönelen müminleri tavsif etmektedir. İşte Allah Rasulü, bu teslimiyeti ve bağlılığı göstermeyen, gösteremeyen kalpten Allah’a sığınmaktadır.

Kullarının her vesileyle kendisine yönelmelerini, dua etmelerini isteyen Cenab-ı Hak, “dua edin ki, karşılık vereyim” (Gâfir, 60) buyurmaktadır. Çünkü “O, kullarına yakın ve dua ettiklerinde dualarına icabet edendir.” (Bakara, 186) Çünkü “O, duaları işitendir.” (Âl-i İmran, 38) Çünkü “O, tövbeleri kabul edendir.” (Nasr, 3) İşte her gün yüz kere Cenab-ı Hak’tan bağış dileyen Allah Rasulü, (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 47) bütün samimiyetine ve teslimiyetine rağmen kabul edilmeyen duadan Allah’a sığınmakta, sanki, bununla, içtenlikle yapılmayan ve eylemle desteklenmeyen duaların karşılık bulmayacağı konusunda ümmetinin dikkatini çekmektedir.

“Zenginlik mal çokluğu ile değil gönül tokluğu iledir.” (Buhari, Rikâk, 15) buyuran sevgili peygamberimiz, doymayan nefisten de Allah’a sığınmıştır. Çünkü nefis onun ifadesiyle, “iki vadi dolusu malı olduğu halde üçüncüsünü isteyen” bir hırsa sahiptir. (Müslim, Zekat, 116) Çünkü nefis insanı kötülüğe yönlendirme potansiyelini taşımaktadır. (Yusuf, 53) Nefsinin dizginini eline alamayan insan her türlü tehlikeye açık durumdadır. Zira nefsi doyurmak kolay değildir. O, ya Rabbine yönelerek tatmin olacak (Fecr, 27-28) ya da karnını ancak toprak doyuracaktır. (Müslim, Zekât, 116)

İlmi, hakikatı araştırmanın bir aracı kabul edersek, hadiste sayılan dört maddenin birincisi olan faydasız ilmi, faydasız bilgi olarak anlamak daha isabetli görünmektedir. İlmi her vesileyle teşvik eden dinimiz, bununla, doğru, herkese yararlı bilginin elde edilmesini amaçlamıştır. Ancak ilim ve araştırma yolunda, kimsenin işine yaramayan, hatta kullanıldığında zararlı olabilecek bilgiye ulaşma ihtimali her zaman mevcuttur. Dolayısıyla ilim yolunda çalışan kimse elde ettiği bilgiyi doğru ve yararlı bir şekilde kullanarak sorumluluğunu yerine getirecek, kötü amaçlara alet edilebilecek bilginin yayılmasına yardımcı olmayacaktır. İşte Allah Rasûlü‘nün Rabbine sığındığı bilgi, kişinin dünyasına da ahiretine fayda sağlamayan, hatta zararlı olan bilgidir. Özellikle her türlü bilginin hiçbir sınır tanımadan dolaştığı ve bu yüzden sık sık bilgi kirliliğinden bahsettiğimiz günümüzde, Peygamber Efendimizin bu duası daha da önem kazanmaktadır.

Burada, hicri 3. asrın önemli hadis alimlerinden biri olan Dârimî’nin, (ö. 255), Sünen’inde yer verdiği ilimle ilgili uzunca bir rivayeti nakletmek istiyoruz. Bazı fakihlerden intikal ettiği bildirilen bu rivayet, ilim yolcularına ve taliplerine yapılan bir dizi nasihati içermekte ve bu yolda elde edilmesi gereken güzel hasletlere dikkat çekmektedir:

“Ey ilim sahibi! İlminle amel et, malının fazlasını ver, sözünün fazlasını ise Rabb’inin katında sana fayda verecek hadis gibi şeyler hariç, (kendinde) tut! Ey ilim sahibi! Bilip de amel etmediğin şey, kendisine kavuştuğun zaman Rabb’inin katında senin delilini ve mazeretini ortadan kaldıracaktır. Ey ilim sahibi! Allah’a itaatle emrolunduğun şeyler, O’na isyan konusunda yasaklandığın şeylerden seni alıkoyacaktır. Ey ilim sahibi! Asla, başkasının amelinde güçlü, kendi amelinde zayıf olma! Ey ilim sahibi! Başkasına ait olan şey, seni, kendine ait olandan alıkoymasın. Ey ilim sahibi! Alimlerle düşüp kalk, onlara yakın ol, onları dinle, onlarla çekişmeyi bırak. Ey ilim sahibi! İlimlerinden dolayı alimleri yücelt, cehaletlerinden dolayı cahilleri küçük bil ama onları uzaklaştırma, yaklaştır ve onlara öğret! Ey ilim sahibi! Anlamadığın sözü bir mecliste asla söyleme. Sana söylediğini bilmedikçe de hiç kimsenin sözüne cevap verme! Ey ilim sahibi! Allah hakkında da insanlar hakkında da aldanma. Allah hakkında aldanmak onun emrini terk etmekle, insanlar hakkında aldanmaksa onların arzularına uymakla olur.

Allah’tan, O’nun, seni kendinden (azabından) sakındırdığı gibi sakın. İnsanların da fitnesinden sakın. Ey ilim sahibi! Gün ışığı, ancak güneşle kemale erdiği gibi hikmet de, ancak Allah’a itaatle olgunlaşır. Ey ilim sahibi! Ekin ancak su ve toprakla yetiştiği gibi, iman da ancak ilim ve amelle elverişli hale gelir. Ey ilim sahibi! Her yolcu azığını yanına alır ve ihtiyaç duyduğu zaman onu yanında bulur. Bunun gibi her amel yapan da, ahirette ameline ihtiyaç duyduğunda, dünyada yaptığı ameli yanında bulacaktır. Ey ilim sahibi! Allah seni ibadetine teşvik ettiği zaman, bil ki O sadece, senin, O’nun katındaki değerini sana açıklamak istemiştir. Bu sebeple O’ndan başkasına yön çevirme ki, O’nun verdiği değerden zilletine düşmeyesin. Ey ilim sahibi! Taş ve demir taşıman, söylediğini kabul etmeyenlere (veya anlamayanlara) söz anlatmandan daha kolaydır. Söylediğini kabul etmeyenlere (anlamayanlara) söz anlatan kimse, ölüye seslenen ve kabir ehline sofra hazırlayan kimse gibidir.” (Dârimî, Mukaddime,56)

Kaynak: http://dua.diyanet.gov.tr