Hz. Peygamber’in Üslubunu Bilmek

Hadislerin sağlıklı biçimde anlaşılması ve değerlendirilmesi için yapılması gereken işlemlerden birisi de Hz. Peygamberin üslubunu ve anlatım tarzını dikkate almaktır. Allah Teâlâ, Kuranda, Kendilerine apaçık anlatabilsin diye her peygamberi kendi milletinin diliyle gönderdik.” buyurmuştur. Hz. Peygamber’in Arap toplumuna mensup olması itibariyle hadisler Arapça olarak ifade edilmiştir. Hz. Peygamber, çocukluğunu saf Arapça’nın konuşulduğu Benî Sa’d yurdunda, gençliğini ise ticaret amacıyla Hicaz Yarımadası’nın farklı bölgelerinde geçirmişti. Aynca risaletini tebliğ ederken farklı boy ve kabilelere hitap etmişti. Bütün bunlar, Arapça’nın bütün lehçe ve ağızlarına aşina olma konusunda ona katkıda bulunmuştu. Hatta Hz. Ali bir defasında dayanamayıp, “Ey Allah ın Resûlü farklı bir dil kullanıyorsun.” deyince, o, Rabbim edeplendirdi (dil ve edebiyat bakımından yetiştirdi) ve bunu ne güzel yaptı.”  buyurmuştu.

Allah Resûlü bu sözüyle, kendisine sözlerin en edebî olanını yani Kuranı indiren Yüce Allah’ın bu konudaki yardımına işaret ediyordu. Allah Resûlü, “Bana sözün özü (cevâmiu’l-kelim) verildi.”  derken de dil konusunda sahip olduğu ayrıcalığa dikkat çekiyordu.

Arap Edebiyatının en ünlü isimlerinden Cahız (255/869), el-Beyân ve’t-tebyîn adlı eserinde Hz. Peygamberin dil ve üslûbunu edebi açıdan şöyle tasvir etmiştir: “Hz. Peygamberin sözleri, az harflerle çok anlamlar ifade eden, yapmacıklıktan uzak, zorlamalardan beri sözlerdir. Dili kullanırken uzatılması gereken yerde uzatmış, kısa ve öz olması gereken yerde de çok veciz ifadelere başvurmuştur. Konuşmalan, hikmet mirasına dayanan, ismetle donatılmış sözlerden ibarettir. Söyledikleri, bizzat Allah tarafından teyit edilmiş ve o (sav), beyan konusunda başarılı kılınmıştır. Allah, onun sözlerine muhabbet katmış ve onları kabule şayan kılmıştır. O, heybetle tatlılığı, özlü ifade ile güzel anlatıyı birlikte sunmuştur…

Hz. Peygamber, kendi hadislerini önceden oturup kaleme almadığı veya yazdırmadığı gibi konuşurken de büyük ölçüde yazı dili değil, tabiî olarak konuşma dili kullanmıştır. O, aynca anlattıklarını açık seçik ve özlü olarak tasvir etmeye uygun, açık ve düzenli cümle yapısına sahip yüksek bir dil kullanmış, bununla birlikte günlük dili kullandığı zamanlar da olmuştur. Hz. Peygamber, din dilinin bütün çeşitlerine başvurmuştur. Bizatihi ümmetine bir şeyi emreden yahut herhangi bir hususu sarih ifadelerle yasaklayan hadislerin yanı sıra çok değişik vesilelerle, muhtelif maksatlarla, çeşitli muhataplara yönelik olarak dilin farklı imkanlarını da kullanmış, bazen serbest ifade ve üslubu tercih etmiştir. Özetle hadis metinleri, dil ve üslup açısından yeknesak bir mahiyet arz etmemekte, bilakis farklı, zengin bir üslup özelliği sergilemektedir.

Hz. Muhammed’in Takvası

Peygamberimiz (s.a.v.), takva sahibi (muttakî) bir insandı.

ْ لَُه ا ْتَق ُ اكم َ و َ O ِ ِ ْ ّ َى لاَ ْخَش ُ اكم ِ ن ِ اO ا ِ َ … و

“… İçinizde Allah’tan en çok korkan ve Allah’ın emirlerini yerine getirme ve yasaklarından sakınma konusunda en titiz davranan kimse benim…” hadisi bu gerçeği ifade etmektedir. Bir insanın takva sahibi olabilmesi için üç şeyi yapması gerekir:

1) Şirk, küfür ve nifaktan sakınıp iman etmesi,

2) Büyük günahları işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekten sakınması,

3) Kalbi Haktan meşgul edecek her şeyden temizleyip bütün varlığı ile Allah’a yönelmesi.

Bir insanın “muttakî” vasfını kazanabilmesi için; mü’ min olması, Allah ve peygamberinin emirlerine uyması, Allah ve peygamberin yasaklarından kaçınması kısaca şeriata ve sünnetullaha uyması gerekir.

Yüce Allah, insanlar arasındaki üstünlüğü takvaya bağlamış ve

… ْ ا ْت Iق ُ يكم اOَ َْد ِ ْ عِ ن َ ُكم َم ا ْكر َّن َ ِ … ا

“… Sizin en üstününüz en muttaki olanınızdır…” buyurmuştur. (Hucurât 49/13)

Peygamber (s.a.v.) de,

 َى َّ بِالتَّ ْقو ٍ اِلا ا َحد عَ\َ َ ٍ َ َحد ِ لا ة لاََف ْضَل dَ ْخو ِ ُم َون ا ِ ْسل اْل

“Müslümanlar kardeştir, Birinin diğerine takva dışında bir üstünlüğü yoktur” buyurmuştur.

Peygamberimiz (s.a.v.)’i kendine örnek edinmek isteyen kimsenin onun gibi muttaki bir insan olması gerekir.

Hz. Peygamberim Kavram Dünyasını Bilmek

Hadisleri doğru anlamanın ilkelerinden birisi de Hz. Peygamber in kavram dünyasını tespit etmektir. Hadislerde hayır-şer; bin-ism, haram-helâl, salah-Jesad, maıırf-münker; tayyib-habis, hasene-seyyie gibi söz ve davranışlara “değer biçen” kavramların yanı sıra kûfûr; şirk, hidayet, dalâlet, iman, İslâm, ihsan gibi “tasvir edici” kavramlar da sıkça yer alır. Son üç kavram Cibril hadisi olarak bilinen bir rivayette Hz. Peygamber’in diliyle tanımlanmıştır. Bu kavramların lüğavi bir tahlile tabi tutularak anlam içeriklerinin tespit edilmesi, Hz. Peygamberin din ve dünya görüşünü anlamak için hayati öneme sahiptir.

Hz. Peygamber bazen içinde yaşadığı toplumun günlük dilde kullandığı kelime ve kavramlara yeni anlamlar yüklemiş, dar olan anlam çerçevelerini genişletme yoluna gitmiştir. Hatta bazen kelimelerin ifade ettiği anlamı tersine çevirdiği olmuştur. Hz. Peygamber in diliyle anlam daralmasına veya anlam genişlemesine uğrayan kelimeler olduğu gibi anlam kayması geçirenler de olmuştur. Hz. Peygamber in kavramlaştırma yoluyla bir hakikati nasıl yerleştirmeye çalıştığı, Abdullah b. Mesud’dan rivayet edilen şu hadiste açıkça görülür. Buna göre bir gün Hz. Peygamber, Sizce pehlivan kimdi? diye sorar. Yanında bulananlar, “Pehlivan, hiç kimsenin güreşte yenemediği kimsedir.” diye cevap verirler. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle der: “Hayır öyle değildir; asıl pehlivan, öfkelendiğinde nefsine hâkim olan kimsedir.” Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, toplumun “pehlivanlık” kelimesine yüklediği maddî anlamı mânevi leşti imiş; güç ve kuvvetin pazuların güçlü olmasında değil, iradeye hâkim olmada, öfkeli anlarda dengeyi yitirmemede olduğunu ifade etmiştir.

Hz. Muhammed’in Merhameti

Peygamberimiz (s.a.v.) çok merhametli bir insandı. Çünkü,

َ6 ْلع ِ ًَة ل َّ رَ ْz َ َ اك اِلا َْسْلن ار َا`َ َوم

“O alemlere rahmet olarak gönderilmiştir” (Enbiya 21/107)

Bir gün torunu Hasan’ı öpmüştü. Bunu gören Akra’ b. Habis, “Benim on çocuğum var hiç birini öpmedim” demiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.)

, ْ ْ َحم ْ لاَ يُر ْ َحم لاَ يَر َ ْن م

“Merhamet etmeyene merhamet edilmez” buyurmuştur.

Sahabeden Enes (r.a.),

اO رَُسولِ ِ ْن ِ َالِ م ِ ي َ بِالْع ْ َحم ا ار ا َحًد َ ْ ُتَ اي َا رََ م

“Çoluk çocuğuna Peygamberden daha merhametli bir kimse görmedim” demiştir.

Peygamberimiz (s.a.v.) mü’minlere karşı da çok merhametli idi. Yüce Allah onu, Kur’an’da,

 ِ يم رَح dف رَ ُؤ 6َ ِ ن ِ … بِ ْالمُ ْؤم

“Mü’minlere karşı çok merhametli ve şefkatlidir” diye tanıtmıştır.

Peygamberimizin kendisi çok merhametli olduğu gibi diğer insanların da merhametli olmalarını istemiş ve

ُ ُ ْ َحم َر ُ النَّ َ اس لاَي ْ َحم لاَ يَر َ ْن م

“İnsanlara merhamet etmeyene Allah merhamet etmez” buyurmuştur.

İnsanlara iyilik etmek, merhametin ürünüdür, insanların kusurunu bağışlamak merhametin sonucudur. İnsanları sevmek de merhametten kaynaklanır. İnsan,“öfkelenebilecek” kabiliyette yaratılmıştır. Ancak insan eğitim ve terbiye ile öfkesine sahip çıkmasını öğrenebilir. Öfkeye sahip çıkmayı öğrenmenin en iyi yolu Hz. Muhammed (s.a.v.)’ı örnek almaktır. Kısaca değindiğimiz bu altı ilke, fert ve toplumlar için hayatî öneme haiz kurallardır.

“Adalet”; siyasî, içtimâî ve iktisâdî adaletin, hukuk devletinin, kişi, aile ve toplum haklarına uymanın;

“İhsan”; sosyal yardımlaşma ve dayanışmanın, çalışma ve kalkınmanın;

“Takva”; kötülüklerden ve kirliliklerden korunmanın, temiz toplum olmanın, fazilet ve ahlakın,

“İstikamet”; özde, sözde ve bütün işlerde dürüst olmanın;

“Hilm”; hoşgörülü olmanın, insan hak ve hürriyetlerine, yaşama hakkına, fikir ve düşüncelerine saygılı olmanın,

“Merhamet”; birlik ve beraberliğin, huzur ve barışın temininde baş tacı edilmesi gereken ilkelerdir. Bu ilkelerden hiç bir fert ve toplum müstağni olamaz. Bu itibarla Hz. Muhammed (s.a.v.), bütün insanlar için en güzel bir örnektir.

Hz. Peygamber’in Dilinden

Dua, bir Müslümanın, Cenab-ı Hak’kın bütün müşkülleri çözmeye kadir olduğuna dair inancının göstergesidir. Bu inanç, insanı iç huzura kavuşturur, ona güven duygusu verir. Hayatın zevkini tattırır. Acı ve üzüntüleri giderir.

İslam’da dua, sadece Allah’a yakarış demek değildir. Dua aynı zamanda yaratıcıya olan
iman ve teslimiyetin bir ifadesidir. Kulluğun özüdür. O, hem imanın pratik bir yansıması olması, hem de amel olarak önemlidir. Bu açıdan dua, insanın Allah nezdindeki değerini de belirlemektedir. Nitekim yüce Allah, “De ki: Duanız olmasa Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkan, 77) buyurmaktadır. Hz. Peygamber sözlerinde duanın önemine işaret buyurmuşlar ve kendisi de günlük hayatında sık sık dua etmişlerdir. Bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır “Dua ibadetin özüdür.” (Tirmizi, Deavat,1) Bunun için beş vakit namazın her rekatında okuduğumuz ve Allah’a layık en güzel özgü cümlesi ile başladığımız Fatiha Suresi, en güzel dua ayetlerini içermektedir. Sevgili Peygamberimiz samimiyetle yapılan bir duanın kabul edileceğini şöyle belirtmektedir: ”Şüphesiz ki Allah, çok hayalı ve çok cömerttir. Bir kimse ellerin açıp dua ettiğinde onu boş çevirmekten haya eder.” (Dua,13)

Bu hadis-i şerif, lütuf ve keremi sonsuz olan Rabbimizin kendisine el açıp yalvaran kullarının isteklerine karşılık vereceğini ve onları rahmetinden mahrum bırakmayacağını göstermektedir. Diğer bir hadis-i şerifte ise şu açıklama yer almaktadır: “Herhangi bir Müslüman; bir dua ile Allah’a yalvarırsa bu dua günah işlemek ve akraba ile ilgiyi kesmek için olmadıkça yüce Allah, ona şu üç şeyden birini verir.

-Ya duasını kabul edip istediğini dünyada verir.
-Yahut ona vereceğini ahireti için saklar.
-Veya duasına karşılık ondan dengi bir kötülüğü uzaklaştırır.

Bunun üzerine ashabı kiramdan bazıları:

-“Öyleyse biz çok dua ederiz.” Dediler.

Peygamberimiz de:

– “Allah’ın lütfu ihsanı istediğinizden daha çoktur.” buyurdu.

Sevgili Peygamberimiz duanın Allah katında çok faziletli bir ibadet olduğunu, kendisine dua edip yalvaran kullarını çok sevdiğini bildirmiş ve: “Kabul edileceğine inanarak Allah’a dua ediniz. Biliniz ki; yüce Allah şuursuz ve gaşet içinde bulunan bir kalpten çıkan duayı kabul etmez.” (Tirmizi, Deavat, 11) buyurarak duanın kabul edileceği hususunda tam bir kanaate sahip olmamızı istemiş, şüphe ve tereddüde düşülmemesini vurgulamıştır.
Peygamberimiz, sadece sıkıntıya düştüğümüz ve darda kaldığımız zamanlarda değil, sıkıntısız ve sevinçli zamanlarda da dua etmemizi vurgular. O, bu konuda şöyle buyurur: “Sizin herhangi birinizin duası acele etmediği ve “dua ettim de duam kabul edilmedi” demediği sürece kabul edilir.” (ibn Mace, Dua, 7) “Sıkıntılı ve tasalı zamanlarda duasının Allah tarafından kabul edilmesi kimi sevindirirse o, bolluk ve rahatlıkta çok dua etsin” (Tirmizi, Deavat,11)

Kur’an-ı Kerim’de ve Peygamberimizin hadis-i şerişerinde dua üzerinde böyle ağırlıklı
olarak durulması, duaya dinimizin verdiği önemi ve müminlerin manevî dünyasındaki yerini göstermektedir. Peygamberimiz, duanın rahmet hazinelerinin kapısını açan bir anahtar olduğunu hadislerinde şöyle belirtmektedir: “Kimin için bir dua kapısı açılırsa, onun için rahmet kapıları açılmıştır.” (Tirmizi, Deavat,101) Bu hadis-i şerifte, dua ile ilâhî rahmet kapısını çalan kimseler için bu kapının açılacağı ve dileklerinin yerine getirileceği müjdelenmektedir. Hayatta arzu ettiğimiz bir işi başarabilmek için, maddî imkanları kullanarak elden gelen gayreti göstermek dinimizin emri olduğu gibi, karşımıza çıkan tehlikelerden korunmak maksadıyla her türlü tedbiri almak da dini görevimizdir. Bunların gerçekleşmesi için her an Allah’ın yardımına muhtaç olduğumuz bir gerçektir. Konu ile ilgili Efendimizin beyanları şöyledir:

“Şüphesiz dua inen belaya da fayda verir. İnmeyene de fayda verir. Ey Allah’ın kulları duaya devam ediniz.” Bu hadis-i şeriften de anlaşılacağı üzere, kaderde yazılı olan ve henüz meydana gelmeyen bir bela ve musibet, dua sebebiyle önlenir. Eğer meydana gelmesi kesinleşmiş ise, dua sayesinde Allah insana sabır ve dayanma gücü verir. Böylece o olayın olumsuz etkileri azalmış ve dolayısıyla meydana getireceği acı ve üzüntü de hafiflemiş olur. Burada şunu da belirtmek gerekir ki, sadece dua ile yetinerek çalışmayı bırakmak son derece yanlıştır. Bu sebeple Müslüman, başarıya ulaşmak için bütün gücü ile çalışacak, bununla beraber kendisine güç ve kuvvet vermesini Yüce Allah’tan isteyecek, tehlikeler karşısında da her türlü tedbiri alacak aynı zamanda bela ve musibetlerden korunmak için Allah’ın himayesine sığınacaktır. Yüce Allah, meydana gelecek olayları takdir ettiği gibi, bunların sebeplerini de takdir etmiştir. Dua da manevî sebeplerden biridir. Karşımıza çıkan herhangi bir tehlikenin, dua ederek Allah’ın yardımı ile önlenmesi de kaderin bir parçasıdır. Cenab-ı Hak, her şeyi bir sebebe bağlamıştır. Dua da bela ve musibetlerin önlenmesinin sebeplerinden biridir. Bütün olaylar ve bunların maddî ve manevî sebepleri kaderde mevcuttur. Bizim görevimiz sebeplere yapışmak ve sonucu Allah’tan beklemektir.

Bu konuda bizim için en güzel örnek sevgili peygamberimizdir. O, her zaman çalışmayı tavsiye etmiş, tembelliği ve boş oturmayı yermiş, tehlikelere karşıda daima tedbirli olmamızı istemiştir. O, duaların en güzelini yaptığı gibi, en mükemmel tedbirleri de almıştır. Müşriklerin on bin kişilik bir ordu ile Medine üzerine yürüdüğünü haber alan Peygamberimiz, ashabı ile istişare ederek düşmanın şehre girmesini önlemek için Medine’nin çevresine hendek kazmaya karar verdiler. Çok yoğun çalışma ile kısa sürede hendeği kazdılar. Düşman ordusu Medine önlerine gelince hendekle karşılaştı ve içeri giremedi. Dışarıdan şehri kuşattı. Zaman zaman hücuma geçtilerse de, Müslümanlar nöbet bekleyerek bu hücumlara karşı Medine’yi korudular. Peygamberimiz de bizzat sabahlara kadar nöbet bekledi. Düşman yirmi yedi gün boyunca kuşatmayı sürdürdü. Şehirde kıtlık baş gösterdi, Müslümanlar çok sıkıntı çektiler. Yapabilecekleri fazla bir şey yoktu. Onları ancak Allah’ın yardımı kurtarabilirdi. İşte bu sırada Peygamberimiz, düşman ordusunun bozguna uğraması için etkili bir dua yaptı.

Allah’a yalvardı. Çok geçmeden duanın etkisi görüldü. Çünkü Yüce Allah duasını kabul etmişti. Düşman askerlerinin bulunduğu tarafta çok şiddetli bir fırtına çıktı. O kadar şiddetli idi ki, düşmanın neyi varsa alt üst oldu, tutunacak halleri kalmadı. Daha fazla dayanamadılar. Büyük bir korkuya kapıldılar. Fırtına, düşman bırakıp kaçana kadar devam etti. Sabah olunca Medine çevresinde bir tek düşman kalmamış, fırtına da dinmişti. Böylece Müslümanlar büyük bir tehlikeden kurtulmuş oldu.

Bu olayda da görüldüğü gibi, Peygamberimiz düşman tehlikesine karşı hem elden gelen
her türlü tedbiri almış, hem de dua ederek Allah’tan yardım istemiştir. Peygamberimizin yukarıda zikredilen bazı hadislerine göre, insanın ruhunda meydana gelen ruhî sıkıntıların, psikolojik rahatsızlıkların ve kalpteki ümitsizlik hastalığının en tesirli ilacı duadır. Dua, bir Müslümanın, Cenab-ı Hak’kın bütün müşkülleri çözmeye kadir olduğuna dair inancının göstergesidir. Bu inanç, insanı iç huzura kavuşturur, ona güven duygusu verir. Hayatın zevkini tattırır. Acı ve üzüntüleri giderir.