Yılbaşı, Noel Kutlamak

Yılbaşı ile Noel birbirinden farklıdır; fakat Noel kutlamalarının devamı sayılabileceğinden yılbaşı gecesi onlar gibi eğlenmek, çam kesip evi çamla süslemek caiz olmaz. Çünkü bayramlarında onlar gibi eğlenmek, onlara benzemek olur.

Bu konuyu başkalarına benzeme noktasından ele alan hadis-i şerifler vardır. Bunlardan biri şudur:

“Kim herhangi bir gruba benzeşirse o da onlardandır.” 

Hristiyanlar’ın adetlerine uyum sağlamak ve onlara benzeşmek, İslam dininde kat’iyen yasaklanmıştır. Yine Maide Suresi 5. Ayet’te de belirtilmiştir ki;

“…Sizden kim onları dost edinirse, oda onlardandır…”

Noeli kutlamak asla caiz değildir. Bir zaruret olursa, caiz olur. Mesela devletlerarası protokolde zaruret olduğu için kutlamak caiz olur. Fakat, Noel ile ilgisi olmayan yılbaşında bir Müslümana tebrik kartı yazıp, yeni bir yılın insanlık için, Müslümanlar için hayırlı olmasını dilemek günah değildir. Yahut, (yeni yılın kutlu olsun) diyene, (seninki de kutlu olsun) demek günah olmaz. Bu inceliği anlamak gerekir.

Noel Baba, Yılbaşı, Christmas bayramı gibi başka dinlerin alameti, sembolü olan günlere, o günü tazîm ve kutlama maksadıyla katılmak, aynı maksatla o günlerde tebrikleşmek ve hediyeleşmek, yine aynı maksatla hindi vb. almak, yemek, ziyafet çekmek, aynı maksatla bu tür kutlamalara katılmak, o günlerde bayram niyetiyle çocuklara elbise almak ve pişirdikleri yemekleri pişirmek caiz değildir.

Kendi milli ve dini günlerimizde tebrikleşmemizde ise sayısız yararlar vardır. Her şeyden önce dini ve milli adetlerimizi yaşatmış, çocuklarımıza güzel örnekler vermiş oluruz.

Yılbaşı gecesinin manası, sayılı ömür senelerinin birinin daha bitmesi, ölüm denen kesin akıbete biraz daha yaklaşılması, gençlik günlerinin tükenip, ihtiyarlık demlerinin gelmesi,.. demektir. Nitekim her yılbaşında siyah saçlara biraz daha aklar düşüyor, akların sayısı da biraz daha çoğalıyor.

Öyle ise, böyle gecelerde daha çok sefalete, daha çok sefahete düşmek yerine; daha çok ahirete, daha fazla ebedi aleme meyili olmak lazımdır. Zira bu hızlı gidiş, kabire, öteki dünyaya doğrudur.

Unutmayalım ki ömür sermayesinden geçen bir yılın sonunda kendini ve yaratılış gayesini unutarak değerlerimizle örtüşmeyen, insan hayatına katkısı olmayan gayri meşru tutum ve davranışlar sergilemek bir mümine asla yakışmaz.

Yüce Rabbimiz, ömrümüzün kalan kısmını geçen kısmından daha hayırlı ve bereketli yaşayabilmeyi bizlere nasip eylesin. Hesabını veremeyeceğimiz bir hayat yaşamaktan hepimizi muhafaza eylesin.

 

Dinimizde Niyet ve Amel

Niyet, kastetmek, karar vermek, kalbin bir şeye yönelmesi, ne yaptığını bilerek yapmak anlamına gelir. Kişinin kalpteki tercihidir. Niyet her şeyin özü ve başıdır; amellerin ruhudur.

Niyet ile iman birbirini doğuran, birbirini doğrulayan, birbirini gerekli kılan, birbirini tamamlayan iki temeldir. İman ve itikat, halis ve makbul niyetin tarlasıdır. İyi bir niyet de doğru imanın ve itikadın meyvesidir.

Hz Peygamber (SAV) şöyle buyuruyor:

“Kıyamet günü Allah’ın huzuruna öyle bir kul getirilir ki, adamın sıradağlar gibi iyi amelleri vardır. Fakat bu arada: “Falancada hakkı olan gelip alsın.” diye bir ses duyulur. Bu ses üzerine birçokları gelip adamın iyi amellerinden hakları kadarını alıp götürürler. Sonunda iyi amelleri tükenip te adam şaşkın gibi ortada kalınca, Allah kendisine şöyle buyurur: “Benim katımda sana ait öyle bir hazine var ki, ondan ne senin ne meleklerin ne de kullarımın haberi yoktur.” buyurur. Adam: “Ya Rabbi, nedir o hazine?” diye sorunca, Allah ona şöyle buyurur: “Bu hazine, senin niyet edip de yapamadığın iyiliklerdir. Onların her birisi için defterine yetmiş kat sevap yazdım.”

Anlatıldığına göre İsrail oğullarından bir abit, bir gün bir kum yığınının yanından geçerken o kumun un olmasını ve onunla o yıl büyük bir kıtlık içinde bunalan yöre halkının karnını doyurabilmeyi özledi. Bunun üzerine Allah, o zamanın peygamberine vahyederek şöyle buyurdu: “O kuluma, görmüş olduğu kum yığını kadar unu olmuş ta hepsini halka dağıtmış gibi sevap yazdığımı bildir.

Yine anlatıldığına göre kıyamet günü bir kul Allah’ın huzuruna getirilince sağ eline verilen amel defterinde hac, umre, zekat, sadaka gibi birçok ameller görür ve içinden: “Bunların hiç birini ben işlemedim, herhalde bu benim amel defterim değil.” der. Bunun üzerine Allah kendisine şöyle buyurur: “Oku, o senin amel defterindir. Sebebine gelince, sen ömrün boyunca: “Keşke param olsaydı da hacca gitseydim. Keşke param olsaydı da zekât ve sadaka verebilseydim, Allah yolunda savaşabilseydim.” der dururdun. Ben de niyetinde samimi olduğunu bildiğim için yapmayı özlediğin o amellerin tümünün sevabını sana yazdım.”

O halde Hadis-i Şerif ile buyrulduğu üzere Ameller, niyetlere göredir.”

Amellerin sahih olması niyetlerin salih olmasıyla mümkündür. Amellerin sevabı ancak sahih ve salih bir niyet ile mümkündür. Niyet, kalbin amelidir. Bu sebeple dilin bunda bir yükümlülüğü yoktur.

Peygamberimizin (s), aşağıdaki hadis-i şerifte ifade buyurduğu üzere, Allah (c.c), insanları, soy soplarına ve şekillerine göre değil, halis niyetlerin merkezi olan kalplerine göre değerlendirir.

“Allah sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalplerinize bakar.” 
Allah (c.c); insanların inanç, karar ve eylemlerinden bizzat kalbi sorumlu tutar. Buna karşılık, dil bir şeye niyet etmiş iken kalp bu düşünceye katılmazsa, niyet makbul olmaz. Şüphe yok ki Allah, insanların gözlerden uzakta gizlice yaptığı şeyleri de kalplerinden geçen duygu ve düşünceleri de bilir. Her hain bakıştan ve gönülden geçen her duygudan  haberdardır. Bu sebeple Allah insanın samimi niyetine değer verir.

“Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (16/Nahl 97)


Ayetten de anladığımız üzere, Allah salih amel işleyenlere bu dünyada güzel bir hayat ve ahirette ise mükafatlar vadediyor. Bu yüzden, salih amel işlemek, insanları Allah’a yakınlaştıracak ve aynı zamanda onlar için hayatlarını daha güzel hale getirecektir.

 

Dinimizde Aksırma Adabı

Aksırma (hapşırma), Allah’ın insana bahşettiği şaşırtıcı bir savunma mekanizmasıdır. Çünkü aksırma ihtiyacı hissettiğimiz zaman engel olamayız. Vücudunuza bu mekanizma konulmamış olsaydı, bize rahatsızlık veren pek çok zararlı maddelerden ve tozlardan kurtulamazdık. İnsan aksırınca çok kısa bir an kalbin atışı durur ve tekrar çalışmaya başlar. İşte bu, insanın ölüp de tekrar hayata dönmesi gibidir. Bu sebeple aksırma engellenmemelidir. Zira aksırma esnasında duran kalp, tekrar çalışmayabilir. Cenabı Hakk’ın insana tekrar kalbin çalışması nimetini vermesi karşısında da ‘elhamdülillah’ diyerek Cenâb-ı Hakka şükredilir.

Peygamber Efendimiz’in yanında iki kişi aksırmıştı. Efendimiz onlardan birine “Yerhamükellâh” (Allah sana rahmet etsin.) dedi fakat diğer kişiye söylemedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimizin “Yerhamükellâh” demediği kişi:“Ona yerhamükellâh dediniz; ben aksırdım, bana niye demediniz?” diye sorunca Peygamber Efendimiz:

O kişi elhamdülillâh dedi, sen ise demedin.” buyurdu.

Aksırdığımız vakit, “Elhamdulillah” demek sünnettir. Eğer bir kimse aksırıp “Elhamdülillâh” derse, bunu duyan tüm Müslümanların, “Yerhamükellah” diye aksıran kişiye karşılık vermesi gerekir. Bu şekilde mukabelede bulunmaya “Teşmit” denilir. Bu önemli bir görev olup İslâm’ın muâşeret kâidelerinden sayılır.

Hz. Peygamber, “Müslümanın, Müslüman üzerinde altı hakkı vardır; karşılaştığında selâm vermek, davetine icâbet etmek, nasihat istediğinde nasihat vermek, aksırıp da hamdettiğinde teşmîtte bulunmak, hastalığında ziyaret etmek ve cenazesinde bulunmaktır.” buyurmuştu. Müslümanlar arasında sevginin, birlik ve beraberliğin yaygınlaşmasına ve Allah’ın rahmetine vesile olan teşmîtin Hz. Âdem’den bu yana gelenekleşmiş bir muaşeret kaidesi olduğu söylenebilir. Teşmit bir hak olup bu hakkın dünyada yerine getirilmediği takdirde kıyamet gününde talep edileceği bildirilmiştir. Nitekim Beyhakı’nin rivayet ettiği ve İbn Hibbân’ın da sahih kabul ettiği bir hadise göre, Allah Teâlâ Âdem’i yaratınca Âdem aksırmış, ona “Elhamdülillâh” demesini ilham etmiş ve Âdem’e “Yerhamükellah” diyerek karşılıkta bulunmuştur.

Fakat aksırana “Çok yaşa!” dendiğini ve aksıran kişinin de “Sen de gör!” diye karşılık verdiğini günlük hayatımızda pek çok kez duymuş, bizzat şahit olmuşuzdur. Bu tür ifadelerin islâmî teşmît ile bir ilgisi yoktur. Müslüman kimsenin bu tür ifadeleri kullanması hoş olmamakla birlikte dinimizce hiçbir anlam ifade etmemektedir. Kişinin yakınlarına yapacağı en güzel iyilik ona dua etmesidir. Aralarında hem duayı çoğaltmaları hemde Allah’ın hoşnutluğunu kazanma vardır. Peygamber Efendimiz (sav) “Kim ahir zamanda benim bir sünnetimi ihya ederse, ona yüz şehit sevabı vardır.” buyurmuştur. Böyle bir sünneti ihya etmeye çalışmakta onlardan biridir, dünya ve ahiretimiz için en hayırlı olandır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem aksırdığmda elini veya elbisesini ağzına koyar sesini gizler veya aksırmayı içinden yapardı’. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin bu hareketi, çevrede bulunan insanları, bulaşıcı hastalıklardan korumaya yönelik, ilâhî hikmetin gereği, bir nevi vahiyle kendisine ilhâm edilen bir davranıştır. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Üç defaya kadar aksıran kimseye dua edilir. Eğer daha fazla aksıracak olursa; ister dua edersin, ister etmezsin. [Çünkü artık o hastadır]” (EbûDâvud, Edeb; 91)

“Arşa Yükselenen Aksırma Duası”

Amir ibnu Rebia (Radıyallahu Anh) anlatıyor: “Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in arkasında namaz kılan birisi, namazda aksırdı ve şu duayı okudu: “Mübarek, ihlaslı ve çok hamdle Allah’a hamdederiz, tâ Rabbimiz razı oluncaya kadar; dünya ve ahiret işindeki rızasından sonra da (hamdimize devam ederiz). Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) namazdan çıktıktan sonra:

-“Namazda dua okuyan kimdi?” diye sordu. Ancak okuyan kişi sustu. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tekrar sordu: “Duayı kim okudu? Zira fena bir şey söylemedi.” Bunun üzerine adam: “Bendim, bu dua ile sadece hayır murad ettim” dedi. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem);

-“(Duanız) Rahman’ın Arşına kadar yükseldi.” buyurdu.

Dua ve sevgi ile…

İstislah (Mesalih-i Mürsele)

İslam hukuk terminolojisinde maslaha terimi geniş anlamda kullanıldığında, hem “yarar sağlama”yı hem “zararı savma”yı ifade eder. Maslahanın bu iki yönü ayrı ayrı anlatılmak istendiğinde birincisi için “celbü’l-menfaa” (veya celbü’l-maslaha), ikincisi için “der’ü’l-mefsede” veya “def‘ü’l-mefsede” tabiri kullanılır.

shutterstock_171645842İslam bilginleri İslam dinindeki hükümlerin, kulların dünyevi ve uhrevi menfaatlerini sağlama ve onları dünyevi ve uhrevi zararlardan koruma amacını hedeflediği, yine şariin emrettiklerinin kulların yararına, yasakladıklarının da kulların zararına olduğu noktasında fikir birliği içindedirler. Ancak naslarda tüm olayların hükmü özel olarak belirlenmiş olmadığı için, karşılaşılan yeni olayların imkan varsa kıyas yoluyla, kıyasın mümkün olmadığı durumlarda naslardan çıkan genel ilkelere göre hükme bağlanmasına ihtiyaç vardır. İşte, -yorum yoluyla da olsa- nasların kapsamına girmeyen ya da “illet” bağı kurularak (kıyas yoluyla) nasta düzenlenmiş bir olaya bağlanamayan fıkhi bir meselenin hükmünü İslam fıkhının genel ilkelerine göre belirleme yöntemine “istislah”, bu metodu uygulayarak hükme ulaşırken esas alınan maslahatlara da “mesalih-i mürsele” denir.

İstislah, hukuk kuralları ile toplumsal vakıa arasında dengenin kurulmasına, nasların ilke ve amaçları ile kamu yararının birlikte gözetilmesine ve bu uyum içerisinde çözümler üretilmesine imkan vermekte olduğundan fıkıh usulünde fevkalade önemi haiz olmuştur. Bu metodu daha çok Maliki fakihlerinin kullandığı bilinmekle birlikte diğer mezheplerin de benzeri metotlar kullanarak nasların yorum ve uygulanmasında aynı esnekliğe ulaştıkları görülür. Mesela Hanefi fıkhında istihsan böyle bir işlev de görmüştür.

Sedd-i Zerâi nedir?

Harama, kötü ve zararlı bir sonuca vasıta olan davranışların yasaklanması, kötülüğe giden yolların kapatılması demek olan sedd-i zerai‘, bütün İslam alimlerince benimsenen bir ilke olmakla birlikte daha çok Maliki ve Hanbeli mezheplerinde telaffuz edilen ve sıklıkla işletilen bir metot olmuştur.

Bunun karşılığında yer alan ve iyiliğe götüren yolların açılması anlamına gelen feth-i zerai‘ de yine İslam hukukunda hakim ilkelerden biridir. İslam’ın bir şeyi kötü ve zararlı görüp yasakladıktan sonra ona götüren, ona vasıta olan davranışı serbest bırakmayacağı açıktır. Ancak kötülüğe ulaşmakta vasıta olarak kullanılabilecek usul ve yollar insan zekasının üretim gücüne, dönem ve toplumlara göre değişiklik ve çeşitlilik gösterebileceğinden İslam sadece yasaklardan söz etmiş, hangi yol ve vasıtaların bu yasağa götürebileceğinin tesbitini ve yasağa uyulması yönünde gerekli tedbirlerin alınmasını Müslümanlara bir sorumluluk olarak yüklemiştir.

İslam hukukçuları kötülüğe, haram ve zararlı olan şeye götürüp götürmemesi açısından fiilleri üç kısma ayırırlar:

a) Aslen caiz olmakla birlikte kötülüğe götürmesi çok şüpheli veya nadir olan davranışlar asli hükmü üzere bırakılmıştır. Mesela pazarda satılan üzümün şarap imalatında, silahın suç işlenmesinde kullanılması muhtemel olsa bile satıcıya bu kötü sonuçtan emin olmadığı sürece bir sorumluluk terettüp etmez.

b) Kötülüğe ve harama yol açması kesin olan davranışlar, mesela şarap imalatçısına üzüm satmak, kumarhane işletmecisine iş yeri kiralamak böyledir. Bu kabil işler sedd-i zerai‘ prensibi gereği genelde yasak sayılmıştır.

c) Kötülük ve harama yol açması kesin veya nadir olmayan fakat muhtemel olan davranışlara gelince Hanefi ve Şafiiler hukuki ilişkilerde istikrarı ve güven ortamını koruyabilmek için objektif delilleri ve şekli şartları esas almışlar ve kesin veya çok kuvvetli bir sebep-sonuç ilişkisi olmadığı sürece yasaklama yani sedd-i zerai‘ ilkesini işletme cihetine gitmemişlerdir. Maliki ve Hanbeliler ise aksi görüştedir. Mesela Maliki hukukçular bazı vadeli satışları, faize yol açacağı endişesiyle yasaklamışlardır. Hanbeliler de borçlunun alacaklısına mutat ölçü ve adetin dışında hediye vermesini, bir tür faiz hükmünde olacağı veya buna yol açabileceği endişesiyle caiz görmezler. Öyle anlaşılıyor ki, bir fiil ve işlem ile kötülük arasında kurulacak sebep-sonuç ilişkisi konusunda farklı bakış açıları ve değerlendirmeler gündeme gelebileceğinden, fakihler arasındaki görüş ayrılıkları, sedd-i zerai‘ ilkesini kabulden ziyade bu ilkenin yorum ve uygulamasında yoğunlaşmaktadır.