Hadislerin Bağlayıcılık Derecesi

Hz. Peygamberin hadislerindeki hükümlerin bizler için ne derece bağlayıcılık ifade ettiğinin tespit edilmesi de onların sağlıklı bir şekilde anlaşılması için önemlidir. Hz. Peygamberim sözlerinin teşri bakımından bağlayıcılık dereceleri, tarih boyunca Müslüman alimler arasında tartışılagelmiştir. Sahabilerden kimileri Hz. Peygamberim sözlerinin bağlayıcılık durumunu sorgulayıp onları ayırmak cihetine gitmiş; söylediği sözün ilahı vahyin saikiyle mi yoksa şahsi görüş ve içtihadına göre mi ortaya çıktığını sonnaktan çekinmemiştir.

Mesela, İbn Abbâs’ın anlattığına göre, ara sıra Hz. Âişe’nin hizmetinde bulunan Berire‘ ~ isminde bir cariye vardı. Bir gün Hz. Aişe, Berire’yi bedelini ödeyerek sahiplerinden satın aldı ve hürriyetine kavuşturdu. Azat edilmeden önce Muğîs b. Cahş adında bir kölenin hanımı olan Berîre,  hürriyetine kavuştuktan sonra evliliğini sürdürüp sürdürmeme konusunda dini bakımdan tamamen serbest olduğunu öğrenince kocasından ayrılmaya karar verdi. Ancak hanımını çok seven Muğîs, kendisinden ayrılmaması için Medine sokaklarında ağlaya ağlaya onun peşinden dolaşıyordu. Çaresiz Muğîs, son olarak Hz. Peygambere geldi ve “Ey Allah’ın Resülu! Ne olur benim için Berire ile konuşuver.” diyerek ondan yardım istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Berire’yi çağırarak, “Ey Berire! Allah’tan kork! O senin hem kocan, hem de çocuğunun babası, ne var ona geri dönsen?” diyerek onu kocasına dönmeye teşvik etti. Bunları dinleyen Berire, “Ey Allah’ın Resulü! Emir mi buyuruyorsun?” diye sorunca Hz. Peygamber, “Ben yalnızca aracılık yapıyorum.” cevabını verdi. Bunun üzerine Berire, “Benim ona ihtiyacım yok!” dedi ve kocasından ayrıldı.

Berire’nin, Hz. Peygamber in talebinin emir olup olmadığını sorması, onun, Hz. Peygamberin emrinin bağlayıcı olduğunu bildiğini gösterir. Ancak o, Resülullahın ricasına rağmen, onun burada herhangi birisi gibi yalnızca bir aracı konumunda olduğunu öğrendiğinde kararından vazgeçmemiş ve kocasından ayrılmayı yeğlemiştir. Hz. Peygamber, onun bu kararlılığını görünce amcası Abbâs’a, “Ey Abbâs! Muğîs’in Berire’ye olan şu sevgisiyle, Berire’nin ona olan bu nefretine şaşırmıyor musun?”  diyerek hayretini ifade etmiş, ancak Hz. Peygamberin aracılığını kabul etmemesinden dolayı Berire’yi, ne Resûlullah ne de Müslümanlar ayıplamalardır.

Özellikle fakih sahâbîler, Hz. Peygamberin tasarruflarını, bağlayıcı olup olmaması açısından ayırt etme ihtiyacı hissetmişlerdir. Hadis ve sünnetin sağlıklı bir şekilde anlaşılıp yorumlanabilmesi açısından günümüzde de İlmî kriterler çerçevesinde benzer ayrımların göz önünde tutulması gerekmektedir.

Hadislerde Tedricilik İlkesi

Hz. Peygamber, hidayet elçisi olarak gönderildiği toplumda iyiliği hakim kılmak ve kötülükleri ortadan kaldırmak için bir yöntem olarak tedriciliği esas edinmiş ve insanlara İlahi hükümleri aşama aşama tebliğ etmiştir. Kuran-ı Kerim’in yirmi üç yılda ayet ayet ve süre süre olarak inmesi de tedricilik ilkesinin bir sonucudur. Gerek Kuranın gerekse Hz. Peygamberin, doğrudan muhatap oldukları toplumdaki yerleşmiş inanç ve uygulamalara karşı en önemli tavrı, seçici davranıp onları toptan reddetmemesidir. İslam, söz konusu toplumun itikadi, hukuki, ahlaki ve kültürel yapısını bir gerçeklik olarak kabul etmiş ve bu yapıdaki yerleşik inanç ve uygulamaların bir kısmını aynen kabul ederken bir kısmını ta’dil cihetine gitmiştir. Bazısını karşısına alıp mücadele ederken bazısı ile mücadeleyi tedricilik gereği kademe kademe yapmıştır.

Vahyin muhatabı olan insanların yeni dinin öğretilerini anlamalarını, kabullenmelerini ve hayata tatbik etmelerini kolaylaştırmak gibi hikmetleri olan tedricilik; namaz, oruç ve zekat gibi ibadetlerden içki, zina, kumar ve faiz gibi yasaklara ve nikah ve talak gibi toplumsal düzenlemelere kadar pek çok konuda izlenilen bir üslüp olmuştur. Bu üslübun önem ve işlevini Hz. Aişe şöyle ifade etmiştir:

Kurandan ilk olarak içinde cennet ve cehennem zikrolunan mufassal süreler nazil olmuştur. İnsanlar İslam konusunda bilinç sahibi oldukları zaman ise helal ve haram ayetleri nazil oldu. Eğer ilk önce “İçki içmeyin? yasağı inseydi, insanlar, “Biz asla içkiyi bırakmayız!” derlerdi. Eğer ilk önce “Zina etmeyin.” yasağı inmiş olsaydı, insanlar, “Biz zinayı asla bırakmayız!” derlerdi.

Hz. Peygamber Muaz b. Cebeli Yemen’e gönderirken ona tedricilik ilkesini elden bırakmamasını şu sözlerle ifade etmiştir: “Sen kitap ehli olan bir topluluğa gidiyorsun. Onları, ‘Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun peygamberi olduğuna şehadet etmeye’ çağır. Eğer bunu kabul ederlerse izzet ve celal sahibi olan Allah’ın her gün ve gecede kılman beş vakit namazı onlara faiz kıldığını bildir. Bunu da kabul ederlerse Allah’ın zenginlerden alınıp fakirlere dağıtılması şartıyla mallarından sadaka vermeyi farz kıldığını bildir. Bunu kabul ettiklerinde, sakın (zekat olarak) onların mallarından en iyilerini alma! Bir de mazlumun bedduasından sakın! Çünkü onunla Allah arasında hiçbir perde yoktur.” Şu halde hadis rivayetlerini anlamaya çalışırken ve yorumlarken tedricılik ilkesi göz önünde bulundurulmalı ve rivayetlerin hangi aşamada varid olduğu tespit edilmelidir.

 

Hadislerdeki İllet ve Hikmeti Tespit Etmek

Hadisleri sağlıklı anlamanın ve yorumlamanın ilkelerinden biri de hadiste yer alan hükümlerin illetlerini ve hikmetlerini tespit etmektir. Bunu tespit etmek için sorulması gereken soru “niçin” sorusudur. Zira “niçin” sorusu, sadece anlamaya değil açıklamayı da gerektirir.

Kuşkusuz Hz. Peygamber in bir hüküm koyarken dikkate aldığı genel ve özel birtakım esaslar vardır. Genel ve küllî esaslar, makâsıdü’ş-şeria olarak bilinen dinin temel gaye ve ilkeleridir. Özel esaslar ise hükmün sebebini ve amacını ifade eden illet ve hikmet tir. Bir hadisteki hükmün bizler için nasıl bir anlam ifade ettiği, hadisin dayandığı sebep, illet ve hikmetin tespitine bağlıdır. Eğer illet devam ediyorsa hüküm de bakı kalacak, sebep ortadan kalkmışsa hüküm de ortadan kalkacaktır. Mesela, illet ve hikmeti bilinmezse Hz. Peygamberim, “Ateşte pişen yiyeceklerden dolayı abdest alın.” ~ hadisi gereği hemen hemen her yemekten sonra abdest almak gerekecektir. Ancak bu söze muhatap olan toplumun, bilhassa yağlı yiyeceklerden sonra, “Kokusu yokluğundan hayırlıdır.” deyip ellerini üzerine sürdüğü, Hz. Peygamberim, bu toplumu su kullanımına alıştırmak gibi bir amacının olduğu bilinir, aynca “vudû” kelimesinin de Arapçada “el yıkamak” manasına da geldiği tespit edilirse o takdirde hadis, “Ateşte pişen yiyeceklerden sonra ellerinizi yıkayın.” şeklinde anlaşılacaktır.

Öğle ve yatsı namazlarını geç kılmanın fazileti üzerinde duran Hz. Peygamber, ikindi namazının ilk vaktinde kılınması gerektiğini söylemiş, bu namazı geciktirmeye dahi razı olmamış ve güneşin batışından hemen önce kılanı gördüğünde ise şöyle demiştir: “Bu, münafık namazıdır. (Münafıklar) oturup güneşi gözetir, batışına yakın bir vakitte kalkıp (karga gibi) dört defa yeri gagalar ve Allah’ı az Zikreder.”

Aslında bütünlük ilkesini esas alırsak beş vakit namazın beşi de önemlidir. Birinin diğerine üstünlüğü yoktur. Öyleyse Hz. Peygamber in, ikindi namazına atfettiği bu önem nasıl izah edilebilir?

Şah Veliynıllah Dihlevî, salt ibadetle ilgili bu konuyu dahi Medine toplumunun tarihsel ve toplumsal şartlarıyla izah etmiştir. Bir tarım toplumu olan Medine’de, insanları en çok namazdan alıkoyacak vakit, ikindi vaktidir; zira bu vakit, esnafın çarşı pazara, çiftçinin tarla ve bahçesine gittiği en uygun vakittir.

Gündüz iki vakitte mesai yapılıyordu: Biri, sabah namazından sonraki vakitti ki bu vakitte namaz yoktu ve öğle vakti gelmeden -iklim icabı- herkes evine çekiliyordu. Kaylûle (öğle uykusu) Arap’m vazgeçilmez alışkanlığıydı; hatta sıcak iklimden dolayı Hz. Peygamber, öğle namazının ikindi serinliğine doğru kılınmasının daha efdal olduğunu söylemişti.” Çalıştıkları ikinci vakit ise ikindi vaktiydi. İşte Dihlevîye göre, bu mesai insanları namazdan alıkoyduğu için Hz. Peygamber, terğîb ve terhîb kastıyla ikindi namazının önemi üzerinde hassasiyetle durmuştur.”

Hadislerde Melek ve Şeytan

Din, madde ile manayı, şehadet ile gaybı, dünya ile ahireti birleştirerek değerlendirdiği için, bazen maddi dünyamızda görülmeyen varlıklara da çeşitli nedenlerle atıflarda bulunur. Bu cümleden olarak Hz. Peygamber, bazı hadislerinde olumsuz ve kötü şeyleri şeytanla irtibatlandırmış, buna mukabil iyi ve güzel işleri de meleklere isnad etmiştir. Böylece insan insanları yapmaya yönlendireceği davranıştan melek kavramı ile, sakındırmak istediği tutumları da şeytan kavramı ile ilişkilendirerek pek çok kavramın mana ve muhteviyatını somutlaştırmış, pek çok tutum ve davranışın da iyilik ve kötülük kaymağını bunlara bağlayarak anlaşılmasını kolaylaştırmıştır. Mesela, şu hadisi ele alalım: “Sizden biriniz uykudan uyandığında, (abdest alırken) üç defa burnunu temizlesin; zira şeytan insanın genzinde geceler.”  Hz. Peygamberin temizlik konusunda eğitime muhtaç bir topluma sabah kalktıklarında burunlarını temizlemeleri gerektiğini söylemesini anlaşılabilir bir husustur; ancak gösterilen gerekçeyi zahirî anlamıyla anlamak mümkün değildir.

Hadislerde bu şekilde şeytan ile irtibatlandırılan hususlar, sadece temizlikten ibaret değildir. Mesela, toplum içinde iyi karşılanmasa da, insan vücudunun tabiî bir hareketi otan esneme de yine şeytanla ilişkilendirilmiştir. Ebü Hüreyre’nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Esnemek şeytandandır. Sizden biriniz esneyeceği zaman mümkün olduğu kadar yutkunsun veya elini ağzına koysun.”  Ebü Hüreyre’den gelen bir rivayette de esneme esnasında çıkan sesin, aslında insanın karnında gülen şeytanın sesi olduğu ifade edilir. Ebü Saıd el-Hudri’den gelen bir rivayette ise insan esnerken ağzı açılınca kamına şeytan girer. Eakat bu son rivayete göre esnemeyi engelleme emri olağan zamanlarda değil, namaz içerisindedir. Bu hadis de bir önceki gibi insanın atalet, gevşeklik ve rehavet anında esnediği, bunun ise şeytanın vesvesesine zemin hazırladığı şeklinde yorumlanmıştır.

Hz. Peygamberin, hadislerde olumsuz ve kötü şeyleri şeytana, iyi ve güzel işleri de meleklere isnad ederken çoğu zaman hakikî manayı kastetmediği, şeytan ve meleği birer temsil olarak kullandığı anlaşılmaktadır. Nitekim Endülüslü alim Ebü Bekir İbnü’l-Arabî (543/1149) bunu şöyle özetlemiştir: “İslâm dininde çirkin otan her davranış şeytana, güzel otan her iş de meleklere nispet edilmiştir; zira şeytan kötülüğün, melek ise iyilik ve güzelliğin vasıtasıdır.” Râğıb el-İsfehânî (502/1108) de, insandaki kötü huylann (ahlâk-ı zemîme) şeytan diye isimlendirildiğini belirtmiştir.”

Hicri beşinci asırda bazı kimseler zamanın büyük âlimi Ebü Hâıuid Gazâlî’ye (505/1 111) gelerek bir hadisi anlamakta güçlük çektiklerini söylerler ve ondan kendilerine bunu izah etmesini isterler. Sorduktan hadisin anlaşılamayan kısmı şöyledir: “Şeytan insanın damarlarında banın dolaştığı gibi dolaşır.” Tabiî ki sorutan sorular sadece bu hadisten ibaret değildir; buna benzer beş on soru daha vardır. Ancak asıl öğrenmek istedikleri hususların başında, şeytanın insanın içinde veya kanında nasıl dolaştığıdır. Gazâlt’ye sorulan hadisin açıklamasına gelince, aslında hadis, bağlamından koparılmadan vürûd sebebi ile birlikte zikredilirse sorun teşkil eden bir tarafının kalmayacağı görülür. Müslim’in Enes b. Mâlik ve Hz. Safîyye’den rivayet ettiğine göre, bir gün Hz. Peygamber mescitte itikafta iken, hanımı Safîyye akşam vakti onu ziyaret etmeye gider; kendisinden ayrılacağı zaman ise Hz. Peygamber, onu uğurlamak ister. Yolda ensardan iki adamla karşılaşırlar. Her ikisi de Resûlullahı görünce adımlarını hızlandırırlar. Bunun üzerine Hz. Peygamber, “Durun!” der ve onlara yaklaşarak, “Bu yanımdaki kişi (eşim) Safiyye bnt. Huyeyy’dir.” deyince, ensardan sahâbıler, “Sübhânallâh! Biz sizin hakkınızda nasıl kötü düşünebiliriz?” derler. İşte bunun üzerine Hz. Peygamber, “Şeytan insanın damarlarında kanın dalaştığı gibi dalaşır:” der ve insanın kötü düşünce ve vesveselere kapılabileceğine işaret eder.

Hadisleri Akli Çıkarım İlkeleriyle Anlamak

 

Hadis metinlerini değerlendirmede başvurulan yollardan biri de rivayetleri akim açık, genel ve herkes tarafından kabul edilen ilkelerine arz etmektir. Öncelikle, Hz. Peygamber’e aidiyeti sahih olan bir rivayetin, aklın sarih ilkeleriyle çelişmeyeceği düşüncesinin genel anlamda kabul gördüğü vurgulanmalıdır. Bu durumda akla aykırı hadisler merdiid veya mevzu olarak değerlendirilmektedir.

Mesela, Hüreyre’nin, “Kim bir cenaze yıkarsa gusletsin, kim de cenazeyi taşırsa abdest alsın.” şeklindeki rivayetini duyan Hz. Aişe, “Müslümanların ölüleri necis mi ki? Bir tahta parçasını (tabutu) taşımakla birisine ne (diye abdest) almak gereksin?” demekten kendini alamamıştır. Ancak hadislerin akıl ölçütlerine arz edilmesinde bazı hususlara dikkat edilmelidir. Her şeyden önce burada söz konusu olan akıl, aklıselimdir; yani yönlendirilmemiş, tarafgirlikten uzak, saf ve dış etkilerden korunabilmiş akıldır. Hadislerin muhatabı olan kişilerin beşer olmalarından kaynaklanan öznellikleri nedeniyle bazen akıl ölçütlerinin kişiden kişiye değişen bir durum arz ettiği açıktır.

Bu nedenle akla arz ederek bir hadisi reddetmeden önce mümkün olan tüm yorum imkanlarını değerlendirmek ihtiyatlı bir yaklaşım olur. Diğer yandan hadislerde aklın kavrama sınırını aşan konular da vardır. Gayba ilişkin rivayetler ve müteşâbih hadisler bu cümledendir. Bu hadisleri sırf akla arz ederek değerlendirmek uygun bir yaklaşım değildir.