Şefaat

Ahirette bütün peygamberlerin Allah’ın izniyle şefaat etmeleri haktır ve gerçektir. Şefaat demek, günahı olan müminlerin günahlarının bağışlanması, olmayanların daha yüksek derecelere erişmeleri için peygamberlerin ve Allah katındaki dereceleri yüksek olanların Allah’a yalvarmaları ve dua etmeleri demektir.

Kâfir ve münafıklar için şefaatin hiçbir şekilde söz konusu olmadığı o günde, başta Peygamberimiz olmak üzere diğer peygamberler ve Allah’ın has kulları, “…İzni olmadan onun katýnda kim şefaat edebilir?…” (el-Bakara 2/255), “…Onlar Allah rızâsına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler…” (el-Enbiyâ 21/28) meâlindeki âyetler şefaatin varlığını ortaya koyarlar. Peygamberimiz de “Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir” buyurmuştur.

Hz. Peygamber’in bundan başka bir de genel ve kapsamlı bir şefaati vardır. Mahşerde bütün yaratıklar ıstırap ve heyecan içinde hesaplarının görülmesi için bekleşirlerken, o Allah’a dua ederek hesap ve sorgunun bir an önce yapılmasını ister. Buna “şefâat-i uzmâ” (en büyük şefaat) denilir. Peygamberimiz’in bu şefaati, Kur’an’da “makam-ı mahmûd” (övülen makam) adıyla anılır. Müslümanlara düşen görev, şefaate güvenip dinin gereklerini terk etmek değil, şefaate layık olmak için çalışıp çabalamaktır.

Teravih Namazı

cemaat namazı

“Teravih” kelimesi rahatlatmak, dinlendirmek anlamlarına gelen “tervîha” sözcüğünün çoğuludur. Din ıstılahında ise teravih; Ramazan ayında, yatsı namazı ile vitir namazı arasında kılınan nafile namazdır. Her dört rek’atinin sonunda bir miktar oturulup dinlenildiği için bu namaza “teravih namazı” ad verilmiştir.

Teravih namazı, erkek ve kadınlar için sünnet-i müekkededir. Hz. Peygamberimiz kendisi teravih namazı kılmış ve müminlerin de teravih namazın kılmalarını teşvik etmiştir. Bir hadis-i şerifte;

“Kim inanarak ve sevabını Allah’tan umarak teravih namazını kılarsa, geçmiş günahları bağışlanır”  buyrulmuştur.

namaz

Hz. Aişe validemiz Peygamberimizin teravih namazı kılması ile ilgili olarak şu bilgiyi vermiştir: “Bir gece yarısı camiye gidip teravih namazı kıldı, insanlar da onunla birlikte kıldılar. Sabah olunca insanlar bunu birbirlerine anlattılar. Bunun üzerine ertesi gece camide daha çok cemaat toplandı. Hz. Peygamber mescide geldi teravih namazı kıldı, halk da ona uyup teravih namazı kıldı. Sabah olunca bu durumu halk yine birbirine anlattı. Üçüncü gecede camiye daha çok insan geldi. Hz. Peygamber mescide gelip teravih namazı kıldı, cemaat de onunla birlikte teravih namazı kıldı. Dördüncü teravih namazı kılmak üzere gelen halkı cami almadı. Fakat Hz. Peygamber teravih kılmak üzere camiye gitmedi. İnsanlar “namaz!” diye seslenmeye başladılar. Hz. Peygamber yine de camiye gitmedi. Nihayet sabah namazına gitti. Sabah namazını kıldırdı, cemaate döndü, kelime-i şahadet getirdi. Sonra şöyle konuştu. “Dün geceki durumunuzdan haberdarım. Sizin cemaatle teravih namazı kılmaya olan arzunuzu gördüm. Sizinle teravih namazı kılmaya engel bir durumum yoktu. (Müslim, “Salâtü’l-Müsafirîn”, 177) Fakat gece namazı (yani teravih namazı) size farz olur da bundan aciz olursunuz diye korktum.” (Müslim, “Salâtü’l-Müsafirîn”, 178)

Peygamberimizin zamanında bu üç günün dışında teravih cemaatle kılınmadı. Herkes kendisi kıldı. Bu durum Hz. Ömer’in devlet başkanlığı zamanına kadar devam etti. Hz. Ömer halife olunca, halkın camide dağınık bir şekilde kıldığı teravih namazının cemaatle kılınmasının daha hoş olacağını düşündü. Übey ibn Ka’b’ı imam yaptı. Halkın Übeyy ibn Ka’b’in arkasında teravih namazı kıldıklarını görünce,

“Ne güzel bir uygulama oldu” dedi. (Malik, “Salât fi Ramazan”, 2)

Teravih namazı nafile bir ibadettir. Bu nedenle, yorgunluk, meşguliyet ve benzeri sebeplerle, teravih namazı evde 8, 10, 12, 14, 16 veya 18 rekat olarak kılınabilir. Bu şekilde kılınması halinde yine sünnet yerine gelmiş olur. Ancak cemaatle camide kılmanın sevabı daha çoktur.

Peygamberimiz nafile olarak kıldığı gece namazlarını ikişer ikişer veya dörder dörder kılmıştır. Bu itibarla teravih namazı iki veya dört rekatta bir selam verilerek kılınabilir. Dört rekat kılınınca biraz dinlenmek müstehaptır. Bu dinlenmelerde lâ ilâhe illâllah ve salât ve selam cümleleri okunur.

Teravih namazını kıldıran imam, okuyuşu uzatarak cemaati bıktırmamalı; çabuk kıldırarak namaza noksanlık getirmemelidir. Teravih namazında da diğer namazlarda olduğu gibi, kıraatin gereği gibi yapılmasına ve ta’dil-i erkâna riayet edilmesine özen gösterilmelidir.

Teravih namazı Ramazan ayının bir sünnetidir, bu itibarla mazeretleri sebebiyle oruç tutamayanlar da teravih namazı kılabilirler.

Hayırlı Ramazanlar…

Dinimizde Adalet

“Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır (Onları sizden çok kayırır). Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (Nisa, 4/135)

Ayet, adalet ve adaletin sağlanmasında uyulması gereken temel esaslara vurgu yapmaktadır. İnsanlığın ortak değeri olarak nitelendirebileceğimiz adalete, dinimizde de büyük değer verilmiş, bu ayette olduğu gibi değişik vesilelerle adaletin ayakta tutulması emredilmiştir. Adalet, kanun önünde herkesin eşitliği, kültür, bilgi ve statü farklılıklarından dolayı insanlara başka başka davranılmaması demektir. Öz bir ifadeyle adalet, insan niteliğine haiz herkese aynı derecede akraba, aynı derecede de yabancıdır. Onun merkezinde, sadece hak ve hakkaniyet vardır. Yüce dinimiz İslam’ın adalet anlayışı bu ve benzeri ayetlere göre şekillenmiştir. Bu anlamda İslam, istek ve heveslere yer vermemiş, sevgi ve nefretlere uymamış, akrabalık ve yakınlık bağlarına göre ayarlanmamış, zengin-fakir ayırımı gözetmemiş, kuvvetli ve zayıf ayırımı yapmamış, objektif kriterlere dayalı bir adalet anlayışı getirmiştir.

AMEL

Nitekim yukarıdaki ayette, bir taraftan müminler adaletin tahakkukuna katkıya davet edilirken, diğer taraftan da böylesi bir görevin ifasında göz önünde bulundurulması gereken kırmızı çizgilere dikkat çekilmektedir. Şöyle ki, davacı ile davalının, mağdur ile haksızlık yapanın etnik kökeni, inancı, siyasal düşüncesi, toplumsal statüsü, yakınlığı veya uzaklığı, adaletin gerçekleşmesinde etkin ve belirleyici ölçütler değildir. İslam’ın adalet anlayışında haksızlık yapan, başkalarını mağdur eden, canımızdan çok sevdiğimiz evladımız, anne-babamız dahi olsa, imanımızın gereği adaletin gerçekleşmesine katkı sağlarız. Bu katkı, yakınlarımızın aleyhine olsa da aynı tavrı sergileriz. Söz konusu tutumun, sıradan bir davranış ya da refleks olmayıp imanımızın bir gereği olduğuna gönülden inanırız.
Sevgili Peygamberimiz, birçok hadisinde adaletin ve adil davranmanın önemini dile getirmiştir. Bir hadisinde; “Verdiği hükümlerde, ailesinin ve halkın yönetiminde adaletli davranan yöneticiler, kıyamet gününde Allah’ın yanında nurdan yüksek koltuklar üzerinde otururlar.” * buyurarak, adil davranmanın Allah katındaki mükafatını ifade etmiştir. Peygamberimiz sadece sözde değil uygulamada da çok güzel örnekler sergilemiştir. Bu örneklerden biri şöyledir: Mekke’nin fethi esnasında, soylu bir kadın hırsızlık yapmış ve cezaya mahkûm olmuştu. Bu kadının affedilmesi için yakınları, Peygamber’in sevdiği bir kişi olan Üsame b. Zeyd’i aracı kıldılar.adalet-terazisi Üsame, Hz. Peygamber ile konuştu ve şu cevabı aldı: “Üsame! Seni Allah’ın koymuş olduğu herhangi bir cezanın uygulanmaması için aracılık yapar görmeyeyim.” Resulullah, sonra bir konuşma yaparak şunları söyledi: “ Şüphesiz sizden önceki milletlerin mahvolmasının başlıca sebeplerinden birisi, içlerinden asil (soylu) bir kişi hırsızlık yaptığında onu (cezadan) affetmeleri, zayıf birisi hırsızlık yaptığında ise, ona ceza uygulamalarıdır. Allah’a yemin olsun ki, eğer hırsızlık yapan Muhammed’in kızı Fâtıma dahi olsa, onu da cezalandırırdım.” ** Hz. Peygamberin bu tavrı, adaletin temininde önemli bir etken olan hukuk/kanun önünde herkesin eşitliği ilkesini göstermesi açısından önem arz etmektedir

Sonuç olarak belirtmek gerekirse; Kur’an-ı Kerim’e göre adaletin ölçüsü hakkaniyettir. Bir hak konusunda hüküm verilirken, hakkın kendi lehine hükmedilmesi halinde bundan memnun olan, fakat aleyhine hükmedilmesi durumunda bu hükmü tanımayan insanlar için “işte bunlar zalimlerdir” *** denilmiştir. Bu itibarla kişisel menfaat temini, akrabalık, düşmanlık gibi hissi durumlar, taraflardan birinin soylu veya alt tabakadan olması, bedeni veya ruhi bakımdan kusurlu bulunması gibi ahlaki ilkeleri ilgilendirmeyen sebepler bir hakkın ihlalini, örtbas edilmesini ve sonuç olarak adalet ilkesinden sapmayı mazur gösteremez. Zira “Eğer hak onların keyfi arzularına uysaydı göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların düzeni bozulurdu.” **** buyrularak, adaletin objektif esaslara oturtulmaması durumunda karşı karşıya kalınacak tehlikeye işaret edilmiştir.

*(Müslim, “İmâre”, 18)

**(Buharî, “Hudûd”, 11; Ebû Dâvûd, “Hudûd”, 4)

***(Nur, 24/48-51)

****(Mü’minun, 23/71)

 

Kaynak: kuran.diyanet.gov.tr

Şifa Duaları

Nebiyy-i Ekrem’in Şifa Duaları

Okunuşu: “Ezhibil-be’se rabben’nasi eşfi ve enteş’şafi la şifae illa şifauke şifaen la yugadiru sekame.”

Anlamı: “Bu hastalığı gider ey insanların Rabbi! Şifa ver, çünkü şifa verici sensin. Senin vereceğin şifadan başka şifa yoktur. Öyle şifa ver ki hiç bir hastalık bırakmasın.”

Okunuşu: “Bismillahi turbetu ardina ve riikatu ba’dina yeşfi sakimuna bi-izni rabbina.”

Anlamı: “Allah’ın adıyla duaya başlarım. Bizim yerimizin toprağı ve birimizin tükürüğü vesilesiyle Allah’ın izniyle hastamız şifa bulur.

Okunuşu: “Bismillahi arkıyke min kulli şeyin yu’zike min şerri kulli nefsin ev aynin hasidin, Allahu yeşfike bismillahi arkıyke.”

Anlamı: “Allah’ın ismiyle seni rahatsız eden her şeyden sana okurum. Her nefsin veya hasetçi her gözün şerrinden Allah sana şifa versin. Allah’ın adıyla sana okurum.”

Efendimizin Şifa Duaları

Okunuşu“Ezhib”l be”se Rabbin”nasi esfi ve entes”safi la sifae illa sifauke , sifaen la yügadiru sekama”

Anlamı: “Bu hastalığı gider ey insanların Rabbi! şifa ver, çünkü şifa verici sensin. Senin vereceğin şifadan başka şifa yoktur. Öyle şifa ver ki hiç bir hastalık bırakmasın.”

Okunuşu: “Bismillahil kerim, euzü billahil azimi min şerri külli ırkın na’arin ve min şerri harrin nar.”

Anlamı: “Yüce Allah’ın ismiyle, amansız ağrı ve sızıların hepsinin şerrinden ve cehennemin hararetinin şerrinden Allahü Azimüşşana sığınırım.”

Okunuşu: “Es’alüllahel Azime, Rabbel arşil azimi, ey yeşfike.”

Anlamı: “Arşı azimin Rabbi olan büyük Allah’tan sana şifa vermesini dilerim.”

Okunuşu: “Allahümme Rabbennasi ezhibil be’se veşfi enteş şafi la şifae illa şifauke şifael la yüğadirü sekama.”

Anlamı: “Bu hastalığı gider ey insanların Rabbi! Şifa ver, çünkü şifa verici sensin. Senin vereceğin şifadan başka şifa yoktur. Öyle şifa ver ki hiç bir hastalık bırakmasın.”

Okunuşu: “Bismillahi euzü bi-izzetillahi ve kudretihi min şerri ma ecidü ve uhazirü.”

Anlamı: “Bismillah, başıma gelen bu ağrının şerrinden, zarar ve tehlikesinden Allah’ın izzet ve kudretine sığınırım.”

Okunuşu: “Bismillahi yübrike min külli daiy yeşfike ve min şerri hasidin iza hasede ve min şerri külli zi ayn.”

Anlamı: ”Allah’ın adıyla. Allah sana bütün hastalıklardan şifa versin. Haset ettiği zaman hasetçilerin ve bütün nazarı değen kimselerin şerrinden korusun.”

Cebral’in Efendimize Okuduğu Şifa Duaları

Okunuşu: “Bismillâhi erkıyke, vallâhü yeşfiyke min külli dâin ye’tiyke min şerrin-neffâsâti fil’ukadi ve min şerri hasidin iza hased.”

Anlamı: “Allah’ın ismiyle seni muhafaza ederim. Yüce Allah, sana gelen her türlü hastalıktan, düğümleri üfleyenlerin (büyücülerin) şerrinden (vereceği zarardan) ve hasetçinin haset etmek istediği zaman ki, şerrinden seni korusun ve sana şifa versin.”

Okunuşu: “Bismillahi erkıke min külli şey’in yü’zike vallahü yeşfike.”

Anlamı: “Allah’ın ismiyle, sana eziyet veren her şeyden okuyarak sana şifa dilerim. Allahü Teala da sana şifa verir.”

MEKKE’NİN FETHİ

mekke
“Biz sana apaçık bir fetih ve zafer sağladık.”
[el-Feth Suresi, 1]

 

 

 

 

 

 

a) Hudeybiye Muahedesinin Bozulması

Hudeybiye Barış Anlaşması, Müslümanlarla Kureyş arasında yapılmıştı. Anlaşma şartlarına göre, diğer Arap kabileleri, iki taraftan birinin himayesine girmekte, anlaşıp birleşmekte serbesttiler. Buna göre, Huzaa kabilesi, Müslümanların Beni Bekir (Bekir oğulları) kabilesi de Kureyş’in himayesine girmişti.

Hicretin 8’inci yılı Şaban ayında, Beni Bekir kabilesi, Peygamberimizin himayesinde bulunan Huzaa kabilesine ansızın bir gece baskını yaptı. Esasen iki kabile arasında öteden beri düşmanlık vardı. Bu baskında Beni Bekir, Kureyşten yardım ve teşvik görmüş, hatta İkrime, Safvan ve Süheyl. gibi ileri gelen bir kısım Kureyş gençleri baskında bizzat bulunmuşlardı. Baskın sonunda Huzaalılardan 23 kişi ölmüş, sağ kalanlar Harem-i Şerif’e sığınarak kurtulabilmişlerdi.

Bu olay üzerine Huzaalılar, 40 kişilik bir heyetle Medine’ye geldiler. Rasulullah (s.a.s.)’a durumu anlatıp yardımını istediler.

Huzaalılarla Müslümanlar arasında öteden beri dostluk vardı. Bu dostluğun temeli, İslam’dan öncesine kadar uzanıyordu. Bu sebeple Huzaalılar, Müslümanlarla ilgili, Mekke’de olup biten her şeyi Rasulullah (s.a.s.)’a gizlice bildirirlerdi. Hendek Savaşı hazırlığını da onlar haber vermişlerdi.

Huzaa kabilesine yapılanlardan, Rasulullah (s.a.s.) son derece üzüldü. Kendilerine yardım edeceğini va’detti. Kureyş’e derhal bir elçi göndererek:

Öldürülen Huzaalılardan diyetlerinin ödenmesini, veya

Beni Bekir Kabilesinin himayesinden vazgeçilmesini istedi.

İki şarttan biri kabul edilmediği takdirde, Hudeybiye Anlaşmasının bozulmuş sayılacağını, bildirdi.

Kureyşliler, ilk iki şartı kabul etmeyip Hudeybiye anlaşmasını bozduklarını bildirdiler. Daha önce fiilen bozdukları antlaşmayı, böylece resmen de bozmuş oldular.

b) Kureyş’in Barışı Yenileme Teşebbüsü

Kureyşliler, bir müddet sonra hatalarını anladılar. Alaşmayı bozduklarına pişman oldular. Derhal anlaşmayı yenilemek ve barış süresini uzatmak üzere Ebu Süfyan’ı Medine’ye yolladılar.

Ebu Süfyan, Medine’de önce, Rasulullah (s.a.s.)’ın zevcelerinden kızı Ümmü Habibe’ye gitti. Oturacağı sırada, Ümmü Habibe minderi topladı. Halbuki evde üzerine oturulacak başka bir şey yoktu. Ebu Süfyan sordu:

– Kızım, minderi mi benden esirgiyorsun, yoksa beni mi minderden? Kızı cevap verdi.:

– Bu, Rasulullah (s.a.s.)’e aittir. Sen ise müşriksin, pissin. Bu yüzden üzerine oturmanı istemedim.

Ebu Süfyan, daha sonra Rasulullah (s.a.s.)’e başvurdu. Olumlu bir sonuç alamadı. Başta Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer olmak üzere ashabın ileri gelenleriyle bir bir görüştü, barışın yenilenmesi için desteklerini istedi. Hz. Fatıma’yı ziyaret ederek O’ndan yardım bekledi. Fakat bütün gayretleri boşa çıktı; hiç bir netice elde edemedi. Eli boş dönmek istemiyordu. Hz. Ali’nin tavsiyesine uymaktan başka çare yoktu. Mescide geldi:

– Ey nas, ben her iki tarafı da himayeme alarak, Hudeybiye barışını yeniliyorum. Sanırım, kimse benim ahdimi bozmaz.. dedi. Fakat, kimseden cevap alamadı. Devesine bindi, ümitsiz olarak Mekke’nin yolunu tuttu. Bir işaretle bütün Mekke’yi harekete geçiren Ebu Süfyan, Medine’de kimseye sözünü dinletememiş, öz kızına bile meramını anlatamamıştı.

Dönüşünde olup bitenleri olduğu gibi Mekkelilere anlattı. Onun sözlerini dinleyenler:

– Yazık, sen hiç bir şey yapmamışsın. Bize barış haberi getirmedin ki, güven içinde olalım, Savaş haberi getirmedin ki, hazırlanalım. Ali seninle alay etmiş. Senin tek başına ilan ettiğin barış neye yarar. dediler.

c) Fetih Hazırlığı

Ebu Süfyan Mekke’ye döndükten sonra Rasulullah (s.a.s.)gizlice fetih hazırlığına başladı. Ashabına sefer için hazırlanmalarını emretti. Ayrıca, Gıfar, Eslem, Eşca’ Müzeyne, Cüheyne, Süleym gibi, kendisine bağlı kabilelere haber salarak Ramazan’ın ilk günlerinde Medine’de toplanmalarını istedi.

Rasulullah (s.a.s.),Mekke’nin kan dökülmeden fethedilmesini istiyordu. Kureyş savunma için hazırlık yapar da karşı koyarsa, kan dökülürdü. Bu yüzden hazırlıklar son derece gizli tutuldu. Mekke ile Medine arasındaki bütün yollar kesildi. Bu vazife Huzaa kabilesine verildi. İki taraf arasında sanki kuş uçmuyordu. Bu arada dikkatlerin başka yöne çekilmesi için Necid tarafına bir de seriyye göndermişti.

d) Ebu Beltea oğlu Hatıb’ın Kureyş’e Yazdığı Mektup

Ancak ashabtan Ebu Beltea oğlu Hatıb, durumdan Kureyş’i haberdar etmek istemiş, bir mektup yazarak gizlice Mekke’ye göndermişti. Hz. Peygamber (s.a.s.), İlahi vahiy ile bunu öğrendi. Hemen Hz. Ali ile iki arkadaşını görevlendirdi.

– Hah bostanına kadar gidin, orada, mahfe içinde yolcu bir kadın bulacaksınız. Yanında bir mektup var, onu alıp getirin, buyurdu.

Kadın önce inkar etti fakat, “seni şimdi çırılçıplak soyar, her tarafını ararız”, deyince, çaresiz mektubu saçının hotozu arasından çıkardı.

Mektupta, Rasulullah (s.a.s.)’ın önüne durulamayacak bir ordu ile Mekke üzerine yürüyeceği bildiriliyordu. Herkes şaşırıp kaldı, çünkü Hatib’dan böyle bir şeyi kimse beklemiyordu. Rasulullah (s.a.s.) bir hey’et önünde Hatib’ı sorguya çekti.

– Ey Hatib, bu ne iş, niçin bunu yaptın, diye sordu. Hatib:

– Ya Rasulullah hakkımda karar vermekte acele etmeyin. Ben Kureyş’e anlaşarak bağlı bir kimseyim, fakat hiç bir zaman onların mahremi olmadım. Yanınızdaki muhacir kardeşlerimin, Mekke’de ailesini ve mallarını koruyacak yakınları var, benimse kimsem yok. Mekkelilerden nimetdarlar kazanarak ailemi korumak istemiştim. Bu işi dinimden dönmek için yapmadım, ben Müslüman olduktan sonra, kat’iyyen küfre razı olmam, diye kendini savundu. Hz. Ömer, dayanamayıp:

– Ya Rasulallah, izin ver de şu münafığın boynunu vurayım, demişti. Fakat, Rasulullah (s.a.s.) Hatib’ın suçunu bağışladı.

– Ya Ömer, Hatib Bedir Gazası’nda bulundu, ne bilirsin belki de Cenab-ı Hak Bedir ehline: “Bundan böyle istediğinizi yapın, sizi bağışladım” demiş olabilir, buyurdu.

Fakat bu olayla ilgili olarak:

“Ey inananlar, benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimseleri dost edinmeyin. Onlar, size gelen hakkı tanımadıkları ve Rabbimiz olan Allah’a inandığınız için peygamberi de sizi de (yurdunuzdan) çıkardıkları halde onlara sevgi (mi) gösteriyorsunuz? Siz benim yolumda savaşmak ve benim rızamı kazanmak için (yurdunuzdan) çıkmışsanız, ben sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bildiğim halde, nasıl olur da onlara sevgi gösterirsiniz. İçinizden her kim bunu yaparsa, doğru yoldan sapmış olur.” (el-Mümtehine Suresi, 1) anlamındaki ayet-i kerime indirilmiştir.

e) Mekke’ye Yürüyüş

Müslümanlığın temeli, “Tevhid İnancı” dır. Tevhid İnancı’nın, yeryüzünde en büyük abidesi, Mekke’deki Kabe’dir. Ancak bu kutsal yer, putlarla doldurulmuş, putperestliğin merkezi haline getirilmişti. İslam güneşi doğalı 20 yıl olmuştu. Artık, Mekke’nin şirkten kurtulması, Kabe’nin putlardan temizlenmesi gerekiyordu.

Rasulullah (s.a.s.), Hicretin 8’inci yılı, Ramazan’ın 10’uncu Pazartesi günü 10 bin kişilik muazzam bir ordu ile Medine’den çıktı. (1 Ocak 630) Yolda katılan birliklerle, ordunun sayısı daha sonra 12 bine yükselmişti. O gün Rasulullah (s.a.s.) ve ashabı oruçluydu. Yola çıktıktan sonra oruçlarını bozdular.

Rasulullah (s.a.s.)’ın amcası Abbas Müslüman olmuş, fakat Müslümanlığını gizleyerek Mekke’de müşrikler arasında kalmıştı. Böylece Mekke’deki haberleri gizlice Rasulullah (s.a.s.)’e ulaştırıyordu. Artık Mekke’de yapılacak iş kalmamıştı. Hicret için Mekke’den çıktı, fakat yarı yolda Fetih Ordusuyla karşılaştı. Eşyasını çocuklarıyla Medine’ye gönderip O da orduya katıldı. Rasulullah (s.a.s.) Abbas’ın gelişinden memnun oldu.

– Peygamberlerin sonuncusu ben oldum, muhacirlerin sonuncusu da sen; diye iltifatta bulundu.

Mekke’ye bir konak (yaklaşık 16 km.) mesafede “Merru’z-zahran” denilen yerde karargah kuruldu. Rasulullah (s.a.s.), ortalık kararınca burada ordu mevcudunun sayısınca ateş yakılmasını emretti. Böylece, ordunun haşmetini Kureyş’e göstermek istiyordu.

Yollar iyice tutulduğu için, İslam ordusu Merru’zahran’a gelinceye kadar Mekkeliler hiç bir haber alamamışlardı. Müslümanların yaklaştığını duyunca ne yapacaklarını şaşırdılar. Ebu Süfyan durumu anlamak, Müslümanlar hakkında bilgi edinmek istiyordu. Yanına bir kaç kişi alarak, Mekke’den çıktı. Uzakta yanmakta olan ateşler, hacıların, Arafatta arefe gecesi yaktıkları ateşlere benziyordu. Merakla ateşlere doğru ilerledikleri sırada Rasulullah (s.a.s.)’ın muhafızları tarafından yakalanarak Peygamber Efendimizin huzuruna getirildiler, Rasulullah (s.a.s.)’a karşı en çok kin besleyen Mekke’nin resi Ebu Süfyan burada müslüman oldu. Artık Mekke fethedilmiş demekti. Belki hiç mukavemet görülmeyecekti. Hz. Abbas:

– Ya Rasulallah, Ebu Süfyan övünmeyi sever, iftihar edebileceği bir lütufta bulunsanız, demişti. Rasul-i Ekrem:

– Her kim Ebu Süfyan’ın evine girerse, emniyettedir. Her kim kendi evine kapanır, ordumuza karşı koymazsa, emniyettedir. Her kim Harem-i Şerif’e girerse, emniyettedir. Ebu Süfyan bunu ilan etsin, buyurdu.(322) Daha dün, İslam düşmanlarının lideri olan kişi, bugün Rasulüllah’ın emirlerini tebliğ etmekle iftihar edecek, şeref kazanacaktı.

Merru’z-zahran’dan hareket edileceği sıra Rasulullah (s.a.s.) Hz. Abbas’a:

– Ebu Süfyan’ı yolun dar bir yerine götür, İslam ordusunun ihtişamını görsün, diye emretti.

Hz. Abbas, Ebu Süfyan’ı, ordunun geçeceği dar bir geçit yerine oturttu. Mücahidler sırayla alay alay Ebu Süfyan’ın önünden geçtikçe Ebu Süfyan’ın yüreği burkuluyor, geçen her kafilenin hangi kabile olduğunu soruyordu. Hz. Abbas:

– Bunlar Gıfar kabilesi, şunlar Cüheyne.. diye geçen kabileleri bir bir anlattıkça Ebu Süfyan:

– Şaşılacak şey, bunlarla benim aramda ne düşmanlık var ki , buraya kadar gelmişler, diye hayretini ifade ediyordu. Bir ara:

– Ya Abbas, kardeşinin oğlunun saltanatı ne kadar da büyümüş, dedi. Hz. Abbas:

– Hayır, bu saltanat değil, nübüvvettir, diye cevap verdi.

Nihayet, Ebu Süfyan’ın daha önce benzerini görmediği bir birlik geçti. Bunlar, ensardı. Başlarında Sa’d b. Ubade sancağı taşıyordu. Son gelen birlik, sayıca hepsinden azdı. Bu birlikte Rasulullah (s.a.s.) ile ensar ve muhacirlerden en yakın arkadaşları vardı. Rasulullah (s.a.s.)’in sancağını Avvam oğlu Zübeyr taşıyordu.

Ensar alayı, Uhud ve Hendek Savaşları’nda müşrik ordusunun başkomutanı Ebu Süfyan’ın önünden geçerken Sa’d b. Ubade:

– Ey Ebu Süfyan, bugün en büyük kıtal günüdür, bu gün Kabe’de kan dökmenin helal kılındığı gündür, demişti. Ebu Süfyan Sa’d’ın sözlerini Rasulullah (s.a.s.)’a nakletti. Hz. Rasulullah (s.a.s.):

– Sa’d yanlış söylemiş, bugün Cenab-ı Hakk’ın Kabe’yi yücelteceği gündür. Bugün Kabe’nin tevhid elbisesine bürüneceği gündür, buyurdu.(323) Sa’d’ın kan dökmesinden endişelendiği için, hemen Hz. Ali’yi gönderdi, ensar sancağının Sa’d’dan alınıp oğlu Kays’a verilmesini emretti.

Müslüman mücahidlerin geçit resmini baştan sona seyreden Ebu Süfyan, Mekke’nin tesliminden başka çare olmadığını anladı. Hz. Abbas’tan ayrılarak, hemen Mekke’ye döndü. Harem-i Şerif’e vardı. Heyecan içinde kendisini bekleyen Mekkelilere yüksek sesle hitabetti:

– Muhammed (s.a.s.) , karşı koymamıza imkan olmayan bir ordu ile geliyor:

1) Her kim Ebu Süfyan’ın evine gelirse emniyettedir.

2) Her kim silahını bırakır, evine kapanırsa emniyettedir.

3) Her kim, Harem-i Şerif’e sığınırsa emniyettedir. Ey Kureyş, Müslüman olunki, selamet bulasınız…

Ebu Süfyan’ı dinleyenler, şaşırıp kaldılar. Her gün Müslümanlığın aleyhinde bulunan bu adam, şimdi herkese “müslüman olun”, diyordu. Herkeste bir telaş başladı. Kimisi küfrediyor, kimisi bağırıp çağırıyor, kimi de mukavemet için hazırlanıyordu. Çoğunluk ise Ebu Süfyan’ın sözlerine uyup evlerine çekildiler. Bir kısmı da Harem-i Şerif’te ve Ebu Süfyan’ın evinde toplandılar.

f) Mekke’ye Giriş (20 Ramazan 8 H./11 Ocak 630 M.)

Rasulullah (s.a.s.), Mekke’ye girmeden önce, “Zi Tuva” denilen yerde durdu. Ordusunu dört kısma ayırıp her birinin gireceği yerleri tayin etti. “Sakın savaşa girmeyin, saldırıya uğrayıp mecbur kalmadıkça kan dökmeyin…” diye tenbihte bulundu.

Sekiz yıl önce, yurdundan üç kişilik bir kafile ile nasıl ayrılmıştı, şimdi nasıl bir ihtişamla dönüyordu. Rasulullah (s.a.s.) devesinin üstünde bütün bunları düşünüyor, mağrur bir fatih gibi değil, son derece mütevazi bir halde, başı secde eder gibi, devenin boynuna yapışmış, tesbih, tehlil ve dua ile, Cenab-ı Hakk’ın sonsuz lütuflarına şükrederek ilerliyordu.

Bütün birlikler, kan dökmeden Mekke’ye girdiler. Yalnızca Velid oğlu Halid’in komuta ettiği birlik tecavüze uğradı. Kureyş’in azılılarından Ümeyye oğlu Safvan, Amr oğlu Süheyl ve Ebu Cehil’in oğlu İkrime bir çete kurdular. Halid’in birliklerini Mekke’ye girerken ok yağmuruna tutarak iki müslümanı şehid ettiler. Bu durumda Halid, saldırganlar üzerine hücum ederek, bir hamlede onüç tanesini öldürdü, diğerleri dağılıp kaçtılar.

Rasulullah (s.a.s.) kan döküldüğünü duyunca üzüldü. Fakat, tecavüzün müşriklerden başladığını öğrenince:

– İlahi takdir böyleymiş, buyurdu.

Rasulullah (s.a.s.) çadırını Kinaneoğulları yurdunda “Hacun” denilen yerde kurdurdu. Mekke Devri’nin 7’inci yılında, Kureyş müşrikleriyle Kinaneoğulları burada küfr üzerine anlaşmışlardı. Bu anlaşma gereğince Müslümanlar üç yıl muhasara altında çok acı günler yaşamışlardı.

Rasulullah (s.a.s.) çadırında gusledip 8 rek’at “duha namazı” kıldı, sonra, devesine binerek, Kabe’ye geldi. Yol boyunca Fetih Suresi’ni okuduğu işitiliyordu.(326) Deve üzerinde, ihramsız olarak Kabe’yi tavaf etti. Elindeki ucu eğri değnekle hacer-i Esved’i istilam etti.

g) Kabe’nin Putlardan Temizlenmesi

Kabe etrafında 360 put vardı. Bunların en büyüğü olan “Hubel”, Kabe’nin üstüne konulmuştu. Diğerleri Kabe’nin etrafına ve içine yerleştirilmişlerdi. Rasulullah (s.a.s.) değnekle bunları itiyor, her birini bizzat deviriyordu. Putlar yıkılırken:

“Hak geldi, batıl yok oldu, esasen batıl yok olmaya mahkumdur.” “Hak geldi, artık batıl ne yeniden başlar, ne de geri gelir” diyordu.

Kabe’ye girmek için Rasulullah (s.a.s.) anahtarını istedi. Talha oğlu Osman anahtarı getirdi. “Emanettir Ya Rasulallah”, diyerek Hz. Peygamber (s.a.s.)’e teslim etti. Kabe’nin içi de putlarla doluydu. Duvarlarına resimler asılmıştı. Rasulullah (s.a.s.)’ın emriyle Hz. Ömer bunları dışarı attı. Müşrikler, ilah diye taptıkları putların parçalanışını şaşkın şaşkın seyrettiler. Dünkü mabudlar bir anda moloz yığını haline gelmiş, çöplüklere atılmıştı. Sonra, Rasulullah (s.a.s.), yanına Üsame, Bilal ve Talha oğlu Osman’ı da alarak Kabe’ye girdi, kapının karşısındaki duvara doğru namaz kıldı.(330) Beyt-i Şerifi dolaşıp her tarafında tekbir getirdi. Uzunca bir müddet içeride kaldı. Bu sırada bütün Kureyş Harem-i Şerif’te toplanmış, sabırsızlıkla, haklarında verilecek hükmü bekliyorlardı.

h) Fetih Hutbesi ve Genel Af

Rasulullah (s.a.s.) Kabe kapısının eşiğinde durdu. Karşısında sıralanmış olan Mekkelilere baktı. 20 yıl boyunca şahsına ve Müslümanlara ellerinden gelen her kötülüğü yapmaktan çekinmeyen bu adamların hayatı, şimdi O’nun iki dudağı arasından çıkacak hükme bağlıydı. Rasulullah (s.a.s.) 20 yıl boyunca çektiklerini bir anda zihninden geçirdi, sonra şöyle hitabetti.

“Allah’tan başka ilah yoktur, yalnız O vardır. O’nun eşi ve ortağı yoktur. O va’dine bağlı kaldı, sözünü yerine getirdi. kuluna yardım etti, tek başına bütün düşmanları hezimete uğrattı.

İyi bilin ki bütün cahiliyet adetleri, mal ve kan davaları bugün şu iki ayağımın altındadır. Yalnız, Kabe hizmetleriyle hacılara su dağıtma işi (hicabe ve sikaye hizmetleri) bu hükmün dışında bırakılmıştır.

Ey Kureyş Cemaati! Allah sizden cahiliyet gururunu, babalarla, soylarla büyüklenmeği giderdi. Bütün insanlar, Adem’dendir, (O’nun çocuklarıdır.) Adem de topraktan yaratılmıştır.”

Sonra şu anlamdaki ayet-i kerimeyi okudu.

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Övünesiniz diye değil, kolaylıkla tanışasınız diye, sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerliniz, Ona karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah her halinizi bilir, O her şeyden haberdardır.” (Hucurat Suresi, 13)

Rasulullah (s.a.s.) Mescid-i Haram’ın geniş sahasını dolduran kalabalığı manalı bir bakışla süzdükten sonra:

– Ey Kureyş cemaati! Size şimdi nasıl bir muamele yapacağımı sanıyorsunuz? diye sordu. Mekkeliler hep bir ağızdan:

– Hayır umuyoruz. Sen kerim bir kardeş, ali cenab bir kardeş oğlusun, diye cevap verdiler. Rasul-i Ekrem (s.a.s.):

– Ben de size Yusuf’un kardeşlerine söylediği gibi, “Bu gün size geçmişten dolayı azarlama yok.” (Yusuf Suresi, 92) diyorum. Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz, buyurdu.

Böylece Rasulullah (s.a.s.) hepsini affetmişti. Halbuki bunlar Hz. Peygamber (s.a.s.)’e neler yapmamışlardı. Müslümanları en korkunç işkencelere tabi tutmuşlar, akla hayale gelmedik eziyetler yapmışlardı. Şimdi başkaları olsa ne yapardı; Hz. Peygamber (s.a.s.) ne yapmıştır? Bu mukayese Rasulullah (s.a.s.)’in büyüklüğünü ortaya koymağa kafidir.

Bu hitabesinden sonra Rasulullah (s.a.s.) Mescid-i Haram’da oturdu. Sikaye (hacılara su ve zemzem dağıtma) hizmeti Abdülmuttaliboğullarındaydı. Bu hizmeti Hz. Abbas yapıyordu. Hicabe (Kabeyi açıp-kapama ve anahtarını taşıma) hizmetini ise Ebu Talha oğulları yapıyordu. Bu esnada Hz. Ali bu iki hizmetin Abdülmuttaliboğulları’nda birleştirilmesini istemişti. Fakat Rasulullah (s.a.s.) Osman b. Talha’yı çağırdı.

– Ya Osman, bugün iyilik ve ahde vefa günüdür, al işte anahtarın, buyurdu.

Öğle vakti, Hz. Bilal Kabe’nin üstüne çıktı. Güzel ve gür sesiyle ezana başladı. “Allahü Ekber” nidaları müşriklerin yüreklerini burkuyordu. Bu esnada, Ebu Süfyan, Esid oğlu Attab, Hişam oğlu Haris gibi Kureyşin ileri gelenlerinden birkaç kişi Kabe’nin avlusunda bir köşeye toplanmış konuşuyorlardı. İçlerinden Attab:

– Babam şanslı adammış, daha önce öldü de şu sesi işitmedi, dedi. Haris de:

– Şunun hak olduğunu bilsem, vallahi ben de icabet ederdim, diye konuştu. Ebu Süfyan ise:

– Ben bir şey söylemeyeceğim. Bir şey konuşsam şu çakılların bile dile gelip O’na haber vereceğinden korkuyorum, dedi.

Az sonra yanlarına Rasulullah (s.a.s.), aralarında konuştuklarını bir bir söyledi. Bunun üzerine:

– Konuştuklarımızı kimse duymamıştı. Biz şehadet ederiz ki, sen Allah’ın Rasulüsün, diye şehadet getirdiler.(333)

l) Mekke Halkının Biatı

Öğle namazından sonra, Rasulullah (s.a.s.) Safa tepesinin yüksekce bir yerinde oturdu. Önce erkeklerden, sonra da kadınlardan biat aldı. Erkekler, İslam ve cihad üzerine biat ettiler. Kadınlar ise aşağıda meali yazılı ayet-i celiledeki esaslara uyacaklarına dair biat ettiler.

“Ey Peygamber, mü’min kadınlar Allah’a hiçbir eş ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleriyle ayakları arasında bir bühtan uydurup getirmemek ve hiçbir güzel işte sana karşı gelmemek üzere sana biata geldiklerinde biatlarını kabul et, Onlara Allah’tan mağfiret dile, Çünkü Allah çok yargılayıcı, çok esirgeyicidir.” (el-Mümtehine Suresi, 12)

Erkekler, Rasulullah (s.a.s.)’in elini tutup musafaha ederek biat ettiler. Kadınlar ise sözle ve Rasulullah (s.a.s.)’in bulunduğu su kabına ellerini batırarak biat ettiler. Rasulullah (s.a.s.) in eli, hiç bir zaman yabancı bir kadının eline değmemiştir.

j) Rasulullah (s.a.s.)’in Ensar’ın Endişesini Gidermesi

Fetihten sonra ensar kendi aralarında :

– Cenab-ı Hakk, Rasulüne doğup büyüdüğü vatanının fethini müyesser kıldı. Artık bizimle döner mi, yoksa buraya mı yerleşir, diye endişelerini belirtmişlerdi. Rasulullah (s.a.s.) bunu duyunca:

– Böyle bir şeyden Allah’a sığınırım. Ben memleketinize hicret ettim. Hayatınız, hayatım; ölümünüz ölümümdür, buyurdu. Ensarın endişelerini giderdi.

 

 

Kaynak: dinibil.com