Hayat ve Ölümün Yaratılışı

“Hükümranlık elinde olan Allah, yücedir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir. O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.”
(Mülk, 67/1-2)

Bu ayet-i kerimede yüce Allah, ölümü ve hayatı yarattığını bizlere bildirmektedir. O hayatı ve ölümü, imtihan etmek için, bizlerden hangimizin daha güzel amel ettiğini açığa çıkarmak, kimin de kötü amel işlediğini tespit etmek için yaratmıştır. O halde bu imtihanı kazanmak için bize verilen bu hayatı iyi değerlendirmeliyiz. Çünkü bu dünya hem fani hem de çok kısadır. Yarın! Yarın! diye görevlerimizi ertelersek, bir yarın daha bulamayabiliriz. Dünya bizim ebedi yurdumuz değildir. Belki ebedi mutluluğu kazanma veya kaybetme yeridir. Bizler adeta bir çiftçi gibiyiz. Tarlamıza hangi tohumu ekersek, onu hasat ederiz. Boş bırakırsak şüphesiz bir şey elde edemez, başkalarına muhtaç kalırız.

hayat-ve-olumDünyada belki yardımcı bulabiliriz ama ahirette yardımcımız olmayacaktır. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor: “O gün, ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah’a kalbi selim ile gelen fayda bulur.” (Şuara, 26/88-89) Diğer ayet-i kerimelerde de, “Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının! Öyle bir günden çekinin ki, o gün hiçbir baba evladına asla fayda veremez, evlat da babasına fayda sağlayamaz. Allah’ın va’di elbette gerçektir. O halde sizi dünya aldatmasın ve çok hilekar şeytan da sizi Allah ile aldatmasın, Allah’ın affına güvendirmesin!” (Lokman, 31/33); “Düşünseler şunu da anlarlardı ki: Bu dünya hayatı geçici bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir ve ebedi ahiret diyarı ise, hayatın ta kendisidir. Keşke bunu bir bilselerdi!” (Ankebût, 29/64) buyrulmaktadır.

Bu ayetlerde Rabbimiz, bu dünyada ebedi olmadığımızı belki bir yolcu misali buraya uğrayıp sonra da bırakıp gidici olduğumuz hakkında bizleri uyarıyor. O halde yanımıza azık alalım. Nitekim Allah, Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurmuştur: “Ey akıl sahipleri! Azıklanınız ve biliniz ki azığın en hayırlısı takvadır, haramlardan korunmadır. Öyleyse Bana karşı gelmekten korunun.” (Bakara, 2/197) Peygamberimiz de şöyle buyurmuştur: “Beş şey gelmezden önce, beş nimetin kadrini bil. İhtiyarlık gelmezden önce gençliğinin, hastalık gelmezden önce sağlığının, fakirlik gelmezden önce zenginliğinin, meşguliyet gelmezden önce boş vaktinin, ölüm gelmezden önce de hayatının kıymetini bil.” (Hakim, Müstedrek, No: 7846)

Kısaca “dünya ve ahiret” işlerimizi veya görevlerimizi dengeli götürmeliyiz. Biri diğerinin aleyhine ihmal edilmemelidir. Ahiret ihmal edilerek dünyayı kazanmak, dünya ihmal edilerek ahireti kazanmaya çalışmak yanlıştır. Bu nedenle Rabbimiz, “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu gözet, ama dünyadan da nasibini unutma!” (Kasas, 28/77); “Ey Rabbimiz! Bize dünyada güzellikler ve ahirette de güzellikler ver ve bizi Cehennem azabından koru! diyenler vardır” (Bakara, 2/201) buyurmuştur.

Resulullah (s.a.s) şöyle buyurdu: “Sizin hayırlınız; dünyası için ahiretini terk etmeyen, ahireti için de dünyasını terk etmeyendir. Belki her ikisi için çalışan ve başkalarına yük olmayandır.” (Keşfu’l-Hafa, c.I, s. 393) O halde Müslüman hem dünya, hem de ahiret için çalışacak, her gün daha ileri gidecektir. Dinimizin emri budur. Diğer hadislerinde Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.” (Câmiu’s-Sagîr, 11,12, No:1201) Böylece de Allah’ın rızasına uygun geçirilen bir ömrün akıbeti olan ahiret, iyi ve güzel olacaktır. Müminin hayatı bir bütündür. Yeter ki bünyesinde samimiyeti barındırsın. Ortadan ikiye bölünmüş, tefrik edilmiş, şuraya kadar dünya için şuraya kadar ahiret içindir, düşüncesi biz müminlerde yer etmemelidir.

 

Kaynak: kuran.diyanet.gov.tr

Hz. Muhammed ve Duaları

Dua

Peygamber Efendimiz, nasıl dua edileceğini bize öğretmek için dua etmiştir. Bazıları şunlardır:

“Allah’ım, bizi dostlarınla dost, düşmanlarınla düşman olanlardan eyle!” (Tirmizi)

“Allah’ım, fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen amel ve duadan sana sığınırım.” (Müslim)

“Allah’ım, senden, bilip bilmediğim her hayrı ister, her şerden sana sığınırım.” (Taberani)

“Allah’ım, bizi dünya zilletinden ve ahiret azabından muhafaza eyle!” (Müslim)

“Allah’ım, günahımı affet ve rızkıma bereket ver!” (İ. Ahmed)

“Allah’ım, kötü huy, kötü iş, kötü arzu ve kötü hastalıklardan sana sığınırım.” (Ebu Davud)

“Allah’ım, yaptığım ve yapmadığım şeylerin şerrinden sana sığınırım.” (Nesai)

“Allah’ım, ölüm anındaki sıkıntılara karşı bana yardım et!” (Tirmizi)

“Allah’ım, beni çok şükreden ve çok sabreden kullarından eyle!” (Bezzar)

“Allah’ım, beni çok zikreden ve emrine uyan kullarından eyle!” (Tirmizi)

“Allah’ım, ilmimi arttır!” (Tirmizi)

“Allah’ım, kulak, göz, dil, kalp ve şehvetimin şerrinden sana sığınırım.” (Nesai)

“Allah’ım, nankörlükten ve kabir azabından sana sığınırım.” (Müslim)

“Allah’ım, bana hidayet, takva, tok gözlülük ve zenginlik nasip eyle!” (Müslim)

“Allah’ım, bana sıhhat, iffet, güzel ahlak ver ve kaderine rıza göstermemi nasip et!” (Taberani)

“Allah’ım, gazabından rızana, cezandan affına, azabından rahmetine sığınıyorum.” (Müslim)

“Allah’ım, her zorluğu bana kolaylaştır! Dünya ve ahirette afiyet ver!” (Taberani)

“Allah’ım, kalbimi ve amelimi riyadan, dilimi yalandan, gözümü hıyanetten koru!” (Hatib)

“Allah’ım, beni ilimle zengin et, hilmle süsle, takva ile şereflendir!” (İ. Neccar)

“Allah’ım, iyiliğimi gizleyen, kötülüğümü yayan hilekar dosttan sana sığınırım.” (İ. Neccar)

“Allah’ım, ölüm anında, şeytanın galebesinden sana sığınırım.” (Nesai)

“Allah’ım, kötü kadınların fitnesinden sana sığınırım.” (Hariiti)

“Allah’ım, zulmetmekten ve zulme uğramaktan sana sığınırım.” (Nesai)

“Allah’ım, bize öyle bir şifa ver ki, geride hiç bir hastalık kalmasın!” (Ebu Davud)

“Allah’ım, Cenneti elde edip Cehennemden kurtulmayı senden istiyoruz.” (Hikim)

“Allah’ım, sana dua edilince kabul ettiğin, bir şey istenince verdiğin, musibet ve sıkıntıların kalkması istenince kaldırdığın ismin hürmetine, senden istiyorum.” (İbni Mace)

“Ya Rabbi, ölümü bana kolaylaştır!” (İbni Ebi-d-dünya)

“Bizi açık ve gizli bütün günahlardan koru!” (Taberani)

“Allah’ım, ürpermeyen kalpten ve doymayan nefisten sana sığınırım.” (Müslim)

“Allah’ım, tembellikten, cimrilikten, korkaklıktan, düşkün ihtiyarlıktan sana sığınırım.” (Hikim)

“Allah’ım, bize dini musibet verme! Bize acımayanları başımıza musallat etme!” (Tirmizi)

“Allah’ım, bana öyle bir iman ve yakin ver ki, sonu küfür olmasın!” (Tirmizi)

“Allah’ım, denizlerin arasını ayırdığın gibi, beni Cehennem azabından koru!” (Tirmizi)

“Allah’ım, fakirlikte de, zenginlikte de tutumlu olmayı nasip et!” (Buhari)

“Allah’ım, borç altında ezilmekten ve düşmanın galebesinden sana sığınırım.” (Nesai)

Tefekkür-i Mevt

mezar

İnsan, hayatın akışı içinde yaşama sevinci ile ölümden ürperiş gibi iki müthiş zıtlığın içinde çalkalanır durur. Daimi bir akış halinde olan hayat ve ölümün hakiki manaları idrak edilmeden, yaradılış sır ve hik­meti ile insanın gerçek mahiyeti de kavranamaz.

Şüphesiz ki, istisnasız her hayat seyyahının başına gelecek olan ölüm, idrak sahibi olan bütün varlıkların çözmeye mecbur bulunduğu bir muammadır.

Enbiya Suresinin 35. Ayetinde:

Her canlı ölümü tadar. Bir imtihan olarak sizi hayırla da şerle de deniyoruz. Ve siz ancak bize döndürüleceksiniz….” buy­rulur.

Mülk Suresinin 2. Ayetinde de:

“O ki, hanginizin daha güzel davranacağını denemek için ölüm ve hayatı yaratmıştır.” buyrulmaktadır.

Dünya, ilahi bir iman dershanesi, ölüm ise, zaruri bir intikal kanu­nudur. Hazret-i Mevlana:

“Dirilmek için ölünüz!” buyurur.

Kalbin dirilişi, ancak nefsaniyetten vazgeçebilmekle mümkündür. Hazret-i Peygamber:

“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çokça hatırlayı­nız!” (Tirmizi, Kıyame, 26) buyurur.

Tefekkür-i Mevt, gayr-i iradi olarak ölüm gelmeden ölümü hatırla­maktır. Böylece nefsaniyetten uzaklaşarak iradi bir şekilde Rabbin huzuruna hazırlanmaktır. Bu, imana dayanan bir tefekkür ve şuurdur.

Dünya emelleri, fani ümit ve teselliler, kabir toprağına dökülen ne müthiş bir yaprak dökümüdür.

Kabristanlar, fani hayatlarını tüketen ana-baba, çoluk-çocuk. sevgili, hısım, akraba, dost ve arkadaş adresleri ile doludur. Dünya hayatı, ister sarayda isterse samanlıkta yaşansın, bütün yolların ve kıvrımların mecburi çıkış noktası kabirdir. Ondan kaçıp kurtulunacak ne bir zaman ne de bir mekan vardır.

Her mezar taşı, ölüm dili ve sükutu ile konuşan ateşli bir öğütçüdür Kabristanların şehir içlerinde, yol kenarlarında ve cami avlularında me­kan teşkil etmesi, bir nevi fiili tefekkür-i mevt yani ölümü düşünüp dünyayı ona göre tanzim etmek içindir. Ölümün ürkütücü ağırlığını kelime­lerin zayıf omuzları taşıyamaz! Ölüm karşısında bütün iktidarlar sona erer ve erir.

Tefekkür-i mevt

Dünya, aldatıcı bir serap, ahiret ise ölümsüz bir hayattır. Umumiyetle insan, hayatın bin bir cilve ve tezahürleri içinde aynadaki yalanların esiridir. Her an bu yalanlar ile vefasızlığını devam ettiren şu dünya, bir aldanış mekanı değil de nedir?

İnsan ibret  almaz mı ki, her fani varlığın tazelik ve zindeliği zaman değirmeninde daimi bir surette öğütülmektedir! Ahiretsiz yaşanandır dünyada nefsani hayatı besleyen iltifatlar, dünya oyuncakları, büyük is­tikbal adına ne korkunç bir aldanıştır! Gafilane bir hayat; çocuklukta oyun, delikanlılıkta şehvet, erginlikte gaflet, ihtiyarlıkta elden giden­lere hasret ve bin bir türlü çırpınış ve nedametten ibarettir.

Ölüm kişinin hususi kıyametidir. Kıyametimizden evvel uyanalım ki nedamete uğrayanlardan olmayalım. Zira her faninin meçhul bir zaman ve mekanda Azrail’le karşılaşacağı muhakkaktır. Ölümden kaçılacak hiç­ bir mekan yoktur. O halde insan, vakit kaybetmeden “Allah’a ko­şun…” (ZariyAt 51/50) hitabından nasip alarak rahmet-i ilahiyyeyi yegane sığınak ve barınak kabul etmelidir.

Ölümün en net tefekkürü, ölenlerin mor dudaklarında düğümlenen çözülmez sükutun sırrında gizlidir.

Ölümün öğüt vermekteki belagatı karşısında dünyadan gelen ce­vaplar, ancak gözyaşları ve kuru hıçkırıklardır.

Dünya emelleri, fani ümit ve teselliler, kabir toprağına dökülen ne müthiş bir yaprak dökümüdür.

İnsan ne tuhaftır ki, bir-iki günlük misafir olarak bulunduğu bu dünyada kendini aldatır. Her gün cenaze sahnelerini seyrettiği halde ölümü kendine uzak görür. Kendisini, kaybetmesi her an muhtemel olan fani emanetlerin daimi sahibi sanır. Halbuki insan, ruhuna ceset giydirilerek bir kapıdan dünyaya dahil edildiğinde, artık bir ölüm yolcusu demektir. O yolun bir hazırlık mekanına girmiştir de bunu hiç hatırına getirmez. Bir gün gelir, ruh cesetten soyundurulur. Ahiret kapısı olan kabirde di­ğer bir büyük bir yolculuğa uğurlanır.

Zaman şeridinden düşen her anın bizi hakikat sabahına yaklaştır­masını ayet-i kerime ne güzel ifade eder:

“Kime uzun ömür verirsek, biz onun gelişmesini tersine çe­viririz. Hiç (bu manzarayı)           düşünmüyorlar ibretli yolculu­ğu idrak etmiyorlar mı? (Yasin 36/68)

Tefekkür-i mevt

Ayet-i kerimede, insana en güzel şekilde nasihat edilmektedir. Dün­yanın farik vasfı, vefasızlıktır. Verdiğini geriye çabuk alır. Bir gün yüksel­tir, ertesi gün kuyunun zeminine indirir. Gölge gibidir. Onu yakalamak istersen daima kaçar. Sen kaçarsan da peşini bırakmaz. Arkasında ko­şulan şeylere nail olmak için bugün yarın derken ömür biter. Dünyaya gönül verilirse o, huysuz bir acuze olur. Zaman zaman insanı yere çar­par. Vesvese ve dırdırının ardı arkası kesilmez. Tavır ve hareketleri vefa­sızdır. Ona bağlananları çok çabuk feda eder.

Düşünmelidir ki, ne dünyada ölümden kaçacak bir zaman ve me­kan, ne kabirde tekrar geriye dönecek bir imkan, ne de kıyametin şid­detinden sığınacak bir barınak vardır.

Bir sahabi Rasulullah’a:

“Akıllı insan kimdir ya Rasulallah?” diye sordu:

Hazret-i Peygamber cevaben buyurdu­lar:

-“Zeki insan nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için hazırlığını tamamlamakla meşgul olan kimsedir” (İbn Mace. Zühd. 31)

Yine buyurdular:

“Ölümü çok hatırla, seni dünyada zahid yapar, günahlarına keffaret olur” (İbn Ebi’d-dünya).

Başka bir hadislerinde de şöyle buyurdular:

“İnsana nasihatçi olarak ölüm kafidir”.

Ashab-ı kiram bir kimseyi çok övmüşlerdi de Rasulullah Efendimiz:

“Bu kişi ölümü hatırlar mı?” buyurdu. Ashab-ı kiram:

“Ölümden bahsettiğini hiç duymadım” dediler.

Bunun üzerine Allah Resulü:

“Öyleyse o adam sizin sandığınız gibi değildir”. (İbn Ebi d-dünya) buyurdu.

Bir kul, nefis sultasında dünyayı gaye edinerek yaşarsa, kabir ona karanlık bir dehliz olarak görülür. Ölümün hatırlanması bile hiç ­bir şeyle mukayese edilemeyecek derecede onu muzdarip kılar. Hal böyleyken nefis engelini aşar ve tefekkür-i mevt neticesinde ruhunda meknuz olan melekiyet istikametinde merhaleler kat ederse ölüm, hayal ötesi muazzam ve müteal olan Rabb’e vuslatın mecburi bir şartı olarak görülür. Böylece ekseri insanlarda soğuk ürpertilere sebep olan ölüm onda bir sevgiliye kavuşma heyecanına dönüşür. Böyle ölümler tasavvuf yolunun büyüklerinden Mevlana Celaleddin-i Ru­mi’nin tabiriyle “Şeb-i Arûs” yani düğün gecesidir. Bu öyle bir yoldur ki beşer için en dehşet verici vaka olan ölümü güzelleştirir. “Ölümü güzelleştirmek” için nefis engelini aşıp tövbe, zühd, tevekkül, kanaat, zikir, teveccüh, sabır, murakabe ve rıza gibi kalbi hallerle kemale er­mek zaruridir.

Ölüm Temenni Edilmez!

Bir Müslüman, malında, vücudunda, eşi veya çocuğunda baş gösteren herhangi bir hastalık veya musibetten dolayı kesinlikle ölümü dileyemez ve ölmesi için Allah’a dua edemez.

Müslim’in Enes (r.a.)’dan naklettiği bir hadiste Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Uğradığı herhangi bir zarardan dolayı hiç biriniz asla ölümü temenni etmesin. Mutlaka temenni etmesi gerekirse şöyle dua etsin: “Allah’ım, yaşamak benim için hayırlı olduğu sürece beni yaşat; ölüm benim için hayırlı ise beni öldür!””

mezar

Yine Enes (r.a.)’dan: Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Hiç biriniz ölüm istemesin. Eğer iyi bir kişi ise, belki iyiliği artar, kötü biri ise, belki tövbe edip günahlarından vazgeçer de ölmeden Allah’ın rızasını talep etmiş olur.” Alimler görüşlerinde: “Başımıza ölüm musibet gelmiş ise…” ayetinde ölümün musibet olduğunu beyan ederler. Çünkü ölüm bir halden diğer bir hale, bir yurttan diğer bir yurda göçüp gitmektir. Onun için O, büyük bir musibet ve büyük bir perişanlık olmuştur. Ondan daha büyüğü ise, ölümden gafil olmak, onu anmamak, onun hakkında az düşünmek ve gereken ameli terk etmektir. Alimler şu hususta fikir birliği yapmışlardır: Ölüm ibret alan için başlı başına bir tefekkürdür. Bir hadis-i şerifte şöyle geçer: “Eğer hayvanlar ölüm hakkında sizin bildiklerinizi bilselerdi (hepsi canlarına kıyarlardı da) siz onların semiz etini yiyemezdiniz.”

Şöyle anlatılır: Bir bedevi deve üstünde yolculuk yaparken, deve ansızın yere yığılıp ölmüş. Bedevi hemen inip devenin etrafında dolaşmaya bir taraftan da düşünüp şöyle demeye başlamış: “ Neden ayağa kalkmıyorsun? Neden kımıldamıyorsun? İşte organların mükemmel! Azaların sapasağlam! Neyin var? Seni taşıyan ne idi? Seni yaşatan ne idi? Seni yere seren nedir?” sonra devesini orada ölü olarak bırakıp gitmiş. Derin düşünceler içinde kalkarak oradan ayrılırken şu şiiri söylemiş:

“Ma’bud tarafından bir işaret geldi.

Hemen ayakları üstüne yığılıp kaldı.

Ölüm öyle bir atışta bulundu ki bir maktul gibi yere serdi.

Onu bırakması için ne çığlık atan sahibinin sesine kulak verdi.

Ve ne de yakarışların bir tesiri oldu.

Ölüm süvarisinin var gücüyle üzerine geldiğini görünce,

Ne kahramanlığı kaldı ve ne de meramı!

Zavallı fani, gördün mü ne ile karşılaştın?

Kişiliğin gitti, dilin tutulup konuşamadın.

İşte bu ellerin, bu da azaların.

Ne yazık ki kımıldayabilecek hiçbir yerin kalmadı.

Heyhat!”

Bu başımıza gelen, Ma’budun muhkem bir emri ve hükmüdür. Allah bir şeye hükmetti mi tam hükmeder. Yazık, eğer insan ölümün kadrini tam anlamı ile bilseydi, böyle bir musibetten gereği gibi ibret alsaydı, bu musibet hiç de sabredilmeyecek bir musibet olmazdı. Bu öyle gerçektir ki hepimiz ondan haberdarız deriz, fakat ne hazindir ki davranışlarımızla sanki onu anlamamış gibi bir görünüm içinde oluruz.

Hakim ve Tirmizi’den, Adem aleyhisselamın çocuğu öldüğü zaman şöyle dedi:

-Ey Havva, oğlum öldü.

Havva sordu:

-Ölüm nedir?

Adem cevapladı:

-Ölüm kişiyi, yiyemez, içemez, kalkamaz ve oturamaz yapar.

Havva ağladı. Adem devam etti:

-Sen ağlayabilirsin. Kızların da ağlayabilirler, fakat ben ve oğullarım ağlamayız.”

Ebu’d Derda (r.a) şöyle derdi: “Hiçbir mümin yoktur ki ölüm onun için hayırlı olmasın. Bana inanmayan lütfen şu ayeti okusun.”

Allah katındaki şeyler, iyi olanlar için daha hayırlıdır.” (Ali İmran,198)