- Mübarek geceler hangileridir?
1. Mevlid Kandili
2. Regaib Kandili
3. Miraç Kandili
4. Berat Kandili
5. Kadir Gecesi - Günlerin en faziletlisi hangisidir?
Allah’ın bütün günleri faziletli olmasına rağmen en faziletli gün, Muharrem ayının 10. günüdür. - Peygamberimiz hangi gecede doğmuştur?
Mevlit Kandili gecesinde doğmuştur. - Kur’an-ı Kerim hangi gecede inmeye başlamıştır?
Kadir Gecesi’nde inmeye başlamıştır. - Tövbe eden Müslümanlar’ın günahlarının affedildiği gece hangisidir?
Berat Gecesi’dir. - İsrâ ne demektir?
Peygamber Efendimiz’in bir gece Mescid-i Haram’dan alınıp Kudüs’teki Mescid’i Aksa’ya götürülmesidir. - Miraç ne demektir?
Peygamber Efendimiz’in İsrâ olayından sonra göklere yükseltilmesidir. - Peygamber Efendimiz’e ) Miraç’ta hangi hediyeler verilmiştir?
1. Beş vakit namaz
2. Bakara suresinin son iki ayeti (Âmenerrasûlü)
3. Ümmetinden şirk koşmayanlara şefaat etme hakkı - Dua nedir?
İnsanların maddi ve manevi ihtiyaçlarını, herhangi bir aracı olmaksızın doğrudan Allah Teâlâ’ya arz edip yalvarması, yerine getirilmesini dilemesidir. - Tövbe nedir?
İşlenmiş bir günaha pişman olup bir daha işlememeye dair Cenab-ı Hakk’a söz vermek ve O’ndan af dilemektir. - Tövbenin kabul olmasının şartları nelerdir?
1. Günahı terk etmek
2. Yaptığına pişman olmak
3. Tekrar yapmamaya karar vermek
Etiket: İslam
Abdest ve Faziletleri
Abdest maddi temizlik ile manevi temizliği içinde barındıran, kişisel temizliğimizi sağlamak ile beraber Müslümana gönül huzuru ve manevi güç veren bir ibadet adımıdır. Müslüman, abdest alarak hem ruhen hemde bedenen kendisini ibadete hazırlamış olmaktadır. Buna İslam dininde “hadesten taharet ve necasetten taharet” denilir. Vücutta görülen maddî bir pisliği temizlemek, necasetten taharettir, Görülmeyen bir pislik için temizlenmek ise, hadesten taharettir. Namaz kılmak için abdest almak, cünup iken yıkanmak gibidir.
Vücudun hasta olmasına sebep olacak mikrop yolları, abdest vesilesiyle günde beş defa temizlenmiş olur. Böylece birçok hastalığın önü alınmış vücudun sinir sistemi ve kan dolaşımı daha düzenli hale gelir. . Müslümana düşen mümkün olduğunca abdestli gezmek, çokça abdestli olmaktır. Abdestli olmak dinimizce büyük sevaptır, hemde güzel bir alışkanlıktır.
Abdestli gezmek sünnettir. Peygamber Efendimiz (asm) abdestsiz gezmezlerdi. Müslüman kimselerde bu sünneti olabildiğince yaşarsa büyük sevap kazanır.
“Allah temizdir, temizi sever.”
“Temizlik dinin yarısıdır.”
Her alınan abdest ile birlikte günahlar dökülüp gider ve mahşer gününde abdest azalarının her birinin de ayrı ayrı parlayacağı müjdelenmiştir.
Abdest Almanın Fazileti İle İlgili Bazı Hadisler:
1- Ebû Hüreyre (ra) rivayet etmiştir: Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Dikkat edin! Size, Allah’ın hataları sildiği ve dereceleri yükselttiği amelleri haber vereyim mi? Meşakkatli de olsa abdesti tam ve adabına riayet ederek almak, uzak yerden camiye gitmek ve bir namazdan sonra diğer namazı beklemektir.”
2- Peygamber Efendimiz (asm) şöyle buyurmuştur: “Abdest alan bir Müslüman, ağzına ve burnuna su verdiğinde ağzı ve burnu ile işlemiş olduğu günahları dökülür gider. Yüzünü yıkadığında yüzünden, hatta iki göz kapakları arasından günahları dökülür gider. Başını meshettiğinde hataları başından, hatta kulaklarından dökülür, gider. Ayaklarını yıkadığı zaman ayakları ile işlediği hataları ayaklarından, hatta tırnaklarının arasından çıkar gider. Böylece o kul, günah ve hatalarından temizlenmiş olur.”
3- Ömer bin Hattâb (ra) anlatmıştır: Allah Resulü (asm) şöyle buyurmuştur: “Kim güzelce abdest alır, abdestinde kuru yer kalmaz, sonra da ‘Eşhedü enlâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhû ve resûlüh’ derse, ona Cennet’in sekiz kapısı açılır! Dilediğinden girsin!”
Peygamberimiz Ümmetinden Görmediklerini Nasıl Tanıyacak?
Resûlullah bir kabristana geldiğinde şöyle buyurmuştur:
“Selam size ey mü’minler topluluğunun yurdu! Muhakkak biz de Allah dilerse size katılacağız. Biz kardeşlerimizi görmeyi arzu ederiz.” Yanındakiler:
“Ya Resûlallah biz senin kardeşlerin değil miyiz? deyince Resûlullah:
‘’Siz benim ashabımsınız. Kardeşlerim ise daha sonra gelecek olanlardır.’’
Onlar; “Sonra gelecek ümmetini nasıl tanırsın, yâ Resûlallah?” diye sorunca şöyle buyurmuştur:
“Ne dersiniz bir adamın siyah atların arasında alnı beyaz sekili bir atı olsa, onu tanımaz mı?” deyince “Tabi ki tanır.” diye tasdik ettiler. Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu: “Onlar kıyâmet günü abdestten dolayı uzuvları beyaz ve parlak olarak gelirler de ben onları Havz-ı Kevser’e sokarım.” (Müslim, Cenâiz, 104)
Abdest, namaz için farz kılınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de şöyle bir ayet yer almaktadır:
‘’Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve –başlarınıza mesh edip- her iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın.’’
Ayetten anlayacağımız üzre abdestin dört farzı vardır.
Bunlardan ilki yüzü yıkamaktır. Sonrasında ise sırasıyla kolları dirseklerle birlikte yıkamak, başı meshetmek, ayakları topuklarla birlikte yıkamaktır.
Abdestimizin bozulmasına yol açacak durumlar nelerdir?
1-Vücudumuzun herhangi bir bölgesinden kan, veya herhangi bir maddenin çıkması.
2-İdrar, dışkı, mezi, meni, kan gibi bir necasetin, herhangi bir sıvının veya maddenin çıkması.
3-Yellenmek.
4-Ağız dolusu kusmak. Yemek veyahut safra olsun, abdest bozulmaktadır.
5-Namazda sesli olarak gülmek.
6-Cinsel ilişki veya aşırı temas.
Dinimizde Aksırma Adabı
Aksırma (hapşırma), Allah’ın insana bahşettiği şaşırtıcı bir savunma mekanizmasıdır. Çünkü aksırma ihtiyacı hissettiğimiz zaman engel olamayız. Vücudunuza bu mekanizma konulmamış olsaydı, bize rahatsızlık veren pek çok zararlı maddelerden ve tozlardan kurtulamazdık. İnsan aksırınca çok kısa bir an kalbin atışı durur ve tekrar çalışmaya başlar. İşte bu, insanın ölüp de tekrar hayata dönmesi gibidir. Bu sebeple aksırma engellenmemelidir. Zira aksırma esnasında duran kalp, tekrar çalışmayabilir. Cenabı Hakk’ın insana tekrar kalbin çalışması nimetini vermesi karşısında da ‘elhamdülillah’ diyerek Cenâb-ı Hakka şükredilir.
Peygamber Efendimiz’in yanında iki kişi aksırmıştı. Efendimiz onlardan birine “Yerhamükellâh” (Allah sana rahmet etsin.) dedi fakat diğer kişiye söylemedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimizin “Yerhamükellâh” demediği kişi:“Ona yerhamükellâh dediniz; ben aksırdım, bana niye demediniz?” diye sorunca Peygamber Efendimiz:
“O kişi elhamdülillâh dedi, sen ise demedin.” buyurdu.
Aksırdığımız vakit, “Elhamdulillah” demek sünnettir. Eğer bir kimse aksırıp “Elhamdülillâh” derse, bunu duyan tüm Müslümanların, “Yerhamükellah” diye aksıran kişiye karşılık vermesi gerekir. Bu şekilde mukabelede bulunmaya “Teşmit” denilir. Bu önemli bir görev olup İslâm’ın muâşeret kâidelerinden sayılır.
Hz. Peygamber, “Müslümanın, Müslüman üzerinde altı hakkı vardır; karşılaştığında selâm vermek, davetine icâbet etmek, nasihat istediğinde nasihat vermek, aksırıp da hamdettiğinde teşmîtte bulunmak, hastalığında ziyaret etmek ve cenazesinde bulunmaktır.” buyurmuştu. Müslümanlar arasında sevginin, birlik ve beraberliğin yaygınlaşmasına ve Allah’ın rahmetine vesile olan teşmîtin Hz. Âdem’den bu yana gelenekleşmiş bir muaşeret kaidesi olduğu söylenebilir. Teşmit bir hak olup bu hakkın dünyada yerine getirilmediği takdirde kıyamet gününde talep edileceği bildirilmiştir. Nitekim Beyhakı’nin rivayet ettiği ve İbn Hibbân’ın da sahih kabul ettiği bir hadise göre, Allah Teâlâ Âdem’i yaratınca Âdem aksırmış, ona “Elhamdülillâh” demesini ilham etmiş ve Âdem’e “Yerhamükellah” diyerek karşılıkta bulunmuştur.
Fakat aksırana “Çok yaşa!” dendiğini ve aksıran kişinin de “Sen de gör!” diye karşılık verdiğini günlük hayatımızda pek çok kez duymuş, bizzat şahit olmuşuzdur. Bu tür ifadelerin islâmî teşmît ile bir ilgisi yoktur. Müslüman kimsenin bu tür ifadeleri kullanması hoş olmamakla birlikte dinimizce hiçbir anlam ifade etmemektedir. Kişinin yakınlarına yapacağı en güzel iyilik ona dua etmesidir. Aralarında hem duayı çoğaltmaları hemde Allah’ın hoşnutluğunu kazanma vardır. Peygamber Efendimiz (sav) “Kim ahir zamanda benim bir sünnetimi ihya ederse, ona yüz şehit sevabı vardır.” buyurmuştur. Böyle bir sünneti ihya etmeye çalışmakta onlardan biridir, dünya ve ahiretimiz için en hayırlı olandır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem aksırdığmda elini veya elbisesini ağzına koyar sesini gizler veya aksırmayı içinden yapardı’. Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin bu hareketi, çevrede bulunan insanları, bulaşıcı hastalıklardan korumaya yönelik, ilâhî hikmetin gereği, bir nevi vahiyle kendisine ilhâm edilen bir davranıştır. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
“Üç defaya kadar aksıran kimseye dua edilir. Eğer daha fazla aksıracak olursa; ister dua edersin, ister etmezsin. [Çünkü artık o hastadır]” (EbûDâvud, Edeb; 91)
“Arşa Yükselenen Aksırma Duası”
Amir ibnu Rebia (Radıyallahu Anh) anlatıyor: “Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in arkasında namaz kılan birisi, namazda aksırdı ve şu duayı okudu: “Mübarek, ihlaslı ve çok hamdle Allah’a hamdederiz, tâ Rabbimiz razı oluncaya kadar; dünya ve ahiret işindeki rızasından sonra da (hamdimize devam ederiz). Resulullah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) namazdan çıktıktan sonra:
-“Namazda dua okuyan kimdi?” diye sordu. Ancak okuyan kişi sustu. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tekrar sordu: “Duayı kim okudu? Zira fena bir şey söylemedi.” Bunun üzerine adam: “Bendim, bu dua ile sadece hayır murad ettim” dedi. Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem);
-“(Duanız) Rahman’ın Arşına kadar yükseldi.” buyurdu.
Dua ve sevgi ile…
Re’y ve İctihad
Re’y ve ictihad, en genel anlamıyla, asli iki delil olan Kur’an ve Sünnet’i, sayılan metotları ve benzerlerini kullanarak anlama, yorumlama ve metinle akıl ve toplum arasını buluşturma faaliyetidir.
Sözlükte “şahsi görüş, düşünce ve kanaat” manasına gelen re’y kelimesi fıkıh literatüründe “hakkında açık bir nas yani ayet veya hadis metni bulunmayan fıkhi bir konuda müctehidin belli metotlar uygulayarak ulaştığı şahsi görüş” anlamında kullanılan bir terimdir. İctihad sözlükte “zor ve meşakkatli bir işi gerçekleştirme uğrunda kişinin olanca gayreti göstermesi”, fıkıh ilminde ise “fakihin şer‘i-ameli bir meselenin hükmünü ilgili delillerden çıkarabilmek için olanca gayreti sarf etmesi” anlamına gelir. Bu melekeye sahip olan kimseye müctehid denir. İlk dönemlerde fakih ve müftü de müctehidle eş anlamlı olarak kullanılmıştır.
Son ve evrensel ilahi din olan İslam’ın, farklı dönem ve bölgelerde insanoğlunun karşılaştığı problemlere genel veya özel çözüm getirebilmesi, insanı iyi, doğru ve güzele yönlendirebilmesi için Kitap ve Sünnet’in anlaşılması, yorumlanması ve sınırlı nasların sınırsız olaylara uzanması demek olan ictihad faaliyetine, hem dini bir vecibe hem de ameli bir zaruret olarak ihtiyaç vardır. Hz. Peygamber döneminden itibaren özellikle ilk birkaç asırda bu faaliyet ictihad, re’y, fıkıh istidlal, kıyas, istinbat gibi değişik isimlerle anılarak çok verimli bir şekilde sürdürülmüş, bunun sonunda hem ferdi ve toplumsal hayat kendi tabii seyrinde gelişerek devam etmiş, problemler çözüme kavuşturulmuş hem de müslüman toplumlarına has zengin bir hukuk kültürü oluşmuştur. İctihad ve re’y faaliyetinin yavaşladığı, donuklaştığı, dar kalıplar içerisine girip taklit ve ezberciliğin yaygınlaştığı ve mevcut sosyal şartlara uygun alternatif çözüm arayışlarına gidilmediği dönemlerde ise aynı ölçüde bir gelişmenin bulunmadığı görülür. Ayet ve hadislerde re’y ve ictihad faaliyetinin teşvik edildiği, Müslüman fert ve toplumlar için ictihadın hayati derecede önem taşıdığı bütün İslam alimlerince de sıklıkla ifade edildiği halde İslam dünyasında hicri IV. yüzyıldan sonra ictihad faaliyetinin gerileyip zayıfladığı ve ictihadın yerini taklidin almaya başladığı bilinmektedir. Bu durumun belli başlı amilleri arasında; siyasi baskı ve çekişmeler, ictihad kültür ve telakkisinin değişmesi, hazır fetvaların çoğalması, mezhepler etrafında meydana gelen kümeleşme, mezhep taassubu, yargı ve eğitim faaliyetinin belirli mezheplerin tekeline verilmesi, klasik literatürde yer alan mezhep görüşlerinin tarihi şartlarından koparılarak ele alınmaya ve dini ahkamın kendisi olarak algılanmaya başlanması gibi sebepler sayılabilir.
Bu sebeplerin bir kısmı, toplumda hukuki istikrar ve güven ortamını kurma, yargı birliğini sağlama, ameli ve pratik ihtiyaca cevap verme gibi toplumsal ve bireysel birtakım haklı sebeplere dayanmakta ve bu yüzden mezhepleşme kaçınılmaz görünmekte ise de, entelektüel seviyede bir ictihad faaliyetinin olmayışı İslam hukukunun vakıa ve toplumsal ihtiyaçla irtibatını zayıflatmış, onu teorik tutarlılıkla yetinmeye mahkûm etmiştir. Bununla birlikte İslam dünyasında geniş ölçekli sosyal ve siyasal değişimin yaşandığı, çözümsüz bırakılan problemlerin iyice çoğaldığı ve İslam kültür ve geleneğinin çok ciddi tehlikelere maruz kaldığı günümüzde ictihadın önemi yeniden hissedilmeye başlanmış, çeşitli kişi, kurum ve kuruluş tarafından bu yönde ümit verici örnekler sergilenmeye başlanmıştır.
Günümüzde müslümanların, gerek dinlerini daha iyi anlayıp dini ahkamı günlük hayatlarına ve canlı problemlerine intibak ettirebilmeleri gerekse kendileriyle ve dinleriyle uyum ve barış içinde yaşayabilmeleri için ictihad ve re’y faaliyetine eskiye göre daha çok ihtiyaçları vardır. Bunu yaparken de sağlam bir Kur’an ve hadis bilgisinin yanı sıra ilgili ayetler ve hadisler etrafında oluşan geleneksel fıkıh kültürünü, ayet ve hadislerin bütününü, genel ilke ve amaçlarını, toplumun değişen şart ve ihtiyaçlarını ayrı ayrı iyice kavramış olmaları gerekmektedir. Bu itibarla, günümüzde ictihadı bireysel bir çaba ve başarı olarak nitelendirmek yerine, değişik ilim dallarında uzmanlaşmış kimselerden oluşan bir ictihad şûrasının ortak faaliyeti olarak görmek daha isabetli görünmektedir. Öte yandan, günümüzde ictihad faaliyetinin amacı doğrudan bireye yol göstermek ve onun olaylar karşısındaki tavrını belirlemek değil de ibadetler ve ahval-i şahsiyye alanında fetva-ilmihal çizgisinde, diğer alanlarda ise kanunlaştırma hareketine katkıda bulunma ve alternatif görüş sunma şeklinde bir rol üstlenmek olmalıdır. İctihada kimlerin ehil olduğu ve ictihad faaliyeti sonunda ulaşılacak görüşün doğruluğu hususları kişi ve gruplara göre değişkenlik taşıdığı gibi, nasların açık hükmüne aykırı düşmeyen her bir içtihadın doğru olma ihtimali de teorik olarak eşittir. Bu sebeple de ictihad ürünü görüşlerin doktrin açısından isabet derecesinin tartışılması kadar toplumsal ihtiyaç ve beklentilere uygunluğu da ayrı bir önem taşımaya başlamıştır. Eski dönemlerde de ictihad ve fetvalar arasında benzeri pratik mülahazalarla bazı tercihlerin yapıldığı bilinmektedir. Böyle olunca toplumsal düzen ve hukuki istikrar için sözü edilen prosedürel ve pratik bir geçerlilik ve meşruiyet çizgisine ihtiyaç bulunmaktadır. Bundan hareketle, İslam hukuk doktrinindeki zengin tartışmalar ve görüş farklılıklarının, günümüzde yukarıda sözü edilen asli ve fer‘i deliller ve metotlar işletilerek buna ilave edilebilecek yeni yorum ve ictihadlarla birlikte, modern toplumların hukuki düzenlemeleri için yeni bir ufuk ve alternatif bir çözüm niteliği taşıdığı söylenebilir.
Din
“Din” farklı biçimlerde tanımlanmıştır. Diyanet İşleri Başkanlarından Hamdi Akseki, dini şöyle tanımlamıştır: “Din; Allah tarafından vaz’ olunmuş bir kanundur. İnsanlara saadet yollarını gösterir. Onların saadete erişmelerine delalet eder. Yaratılışındaki gaye ve hedefi, Allah’a ne suretle ibadet yapılacağını bildirir. İnsanları hayır olan işlere sevk eder.” Yine eski Diyanet İşleri Başkanlarından Hamdi Yazır ise dini şöyle tanımlamıştır: “Din zevi’l-ukulü hüsnü ihtiyarlarıyla bizzat hayırlara sevk eden bir vaz’ı ilâhîdir.” Buna göre; dinin muhatabı, akıl sahipleridir. Dolayısıyla cansız varlıklar (cemâdât), bitkiler (nebâdat), hayvanlar, deliler, akılsızlar, çocuklar ve bunaklar din ile mükellef değildirler.
Dinin şartı, “akıl” ve “irade”dir. Hak Din, vahye dayanır. Hak Dinin kurallarını koyan bizzat Allah’tır. Din; insanı imana ve salih amellere sevk etmek, haramlardan ve kötülüklerden alıkoymak, ahlakını güzelleştirmek böylece, onun dünya ve ahiret saadetini sağlamak için vaz edilmiştir. Dinin ilgi alanı; insanın bütün inanç, söz, fiil ve davranışlarıdır. Din insanın bütün faaliyetleri ile ilgilenir. Bazılarının sandığı gibi din; sadece insan ile Allah arasındaki ilişkileri düzenlemekten ibaret değildir. Din; İnsanın Allah ile insanlar, canlılar ve çevre ile olan ilişkilerini düzenler. Bu sebeple son din İslamın yüce kitabı Kur’an; insanın; nasıl iman edip ibadet edeceğini bildirdiği gibi yemesinden içmesine, evlenmesinden boşanmasına, ticaretinden mirasının taksimine, konuşmasından yürümesine, annenin çocuğunu kaç sene emzirmesinden, birisinin evine nasıl girileceğine, çocukların, ana-babalarının yatak odalarına ne zaman ve nasıl gireceklerinden yemeğin birlikte veya ayrı ayrı yenmesinin günah olmadığına… varıncaya kadar bütün söz, fiil ve davranışlarıyla ilgili temel kurallar getirmiştir. Yani “Din/İslam”; inançlar manzumesinden ibaret olmadığı gibi gönüllere, zihinlere, evlere ve camilere de mahkum ve mahsus değildir. Din, isteğe bağlıdır. Dini kabul veya reddetmek insanların iradelerine bırakılmıştır. İcbârî değildir. Çünkü اه َ َ ِ ْكر َا لا يــــن ِ الـــــد ِّ” ِ dinde zorlama yoktur.” Dinin ihtiyârî olması, insanın hayatı ve ölümü ile imtihana tabi tutulması sebebiyledir. İmtihan halinde olanın iradesinde hür olması gerekir. Dini kabul etmek zorunlu olsaydı, bütün insanlar mümin olurdu. Yüce Allah, Peygamberine
, َّى حت ت ْك ِرُه النَّ َ اس َ ْ َت ُ َن ْ َ uِيعً َ ا اَفأ ِض ُ كُّلُهم ْ مَ ْن ِ ْ الاَر َ َن ُّ َك َ لأَم ْ َMاءَ رَب َولَو 6َ ِ ن ِ َ ُكونُوا مُ ْؤم ي
“(Ey Resulüm!), Eğer Rabb’in dileseydi yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen iman etmeleri için insanları zorlayacak mısın?” demektedir. (Yunus 10/ 99) Allah, Hakkı göndermiş, inanıp inanmamayı insanların isteğine bırakmıştır.
… ْ َ ْكُفر فْلي َ ْن َ Mاءَ َ وم ْن َ ِ ُ ْؤم فْلي فَم ْن َ Mاءَ َ َ ْ ِّ ُكم رَب ْن ِ م الحُّق َوُقِل ْ َ
“(Ey Peygamberim!) De ki: Hak Rabb’inizden (gelmiş) dir. Öyle ise dileyen iman etsin dileyen de inkâr etsin…”(Kehf 18/29)
Allah, insanları iman veya inkâr etmekte serbest bırakmakla birlikte onları iman etmeye ve salih ameller işlemeye teşvik etmiş, inkâr ve isyandan sakındırmıştır. Yukarıdaki âyetin devamında bunu açıkça görmekteyiz Allah, peygamberleri vasıtasıyla tevhit ve ibadet esaslarını bildirmiştir. Bütün peygamberler, insanlara Hak Dini tebliğ edip açıklamışlardır. Bu Hak Dini kabul edenlerin adı, “Müslüman” dır. Bu ismi veren de bizzat Allah’tır:
ا ُْل َ قب ْن َ ِ م 6َ ِ ِم ْسل ُ ُ ْ الم ّ ُ يكم سمI َ َ ُهو
“...Gerek önceki (kitaplarda) gerekse bu (Kur’an) da size Müslüman adını veren Allah’tır..” (Hac 22/78) Şu ayetler de bu gerçeği ifade etmektedir:
… 6َ ِ ِم ْسل ُ َن ْ الم ِ ا ُك َون م ا ْن َ ْ ُتَ ِر ام ُ َ … و
Nuh (a.s.), “…Bana Müslümanlardan olmam emredildi…” (Yûnus 10/72)
… ِ لَ َك َمْ6 ِ َا مُ ْسل َ ْلن اجع ا و ْ َ َ ن َّ َب ر
İbrahim ve İsmail (a.s.), “Ey Rabb’imiz! Bizi Sana Müslüman olanlardan kıl…” (Bakara 2/128)
ُم َون ِ ْ مُ ْسل ُم ْت ان َ و َّ َ ف َلاَ تمُ ُوت َّن اِلا َ ّ َ ين ِ ُ الد اص َط Iفى لَ ُكم اOْ َّن َ ِ َّ ا َى ن … يَابُ
Yakup (a.s.), “…Oğullarım! Allah sizin için bu dini (İslamı) seçti. O halde sadece Müslümanlar olarak ölün.” (Bakara 2/132)
6َ ِ ِم ْ مُ ْسل ُم ْت ْن ُ كن ََّكُلوا اِ تو َ ِ ْه ََلي َ … فع
Musa (a.s.), “Ey kavmim! Eğer Allah’a iman ettiyseniz, eğer Müslümanlar iseniz O Allah’a güvenin/tevekkül edin.” (Yûnus10/84)
ُم َون ِ َنَّا مُ ْسل ا ِ ا ْMَهْدب َ و اOَ َّا بِ ِ َن ام اOَ ْ َصارُ ِ ان ُّ َون نَ ْxُ نَ َارِ ي الحو َ ْ َق َال
İsa (a.s.)’ın havarileri, “…Biz Allah (yolunun) yardımcılarıyız. Allah’a iman ettik. Şahit olun ki biz Müslümanlarız.” (Âl-i İmrân 3/52.)
ُ اO ْ الاِ ْس َلام َْد ِ ّ َ ين عِ ن ِ الد َّن ِ ا
“Allah katında din sadece İslam’dır.” (Âl-i İmrân 3/19)
الخ ِ اِ َ ين َن ْ َ ِ ِ م َة ِ ر َ ِ ْ الاIخ وُهو ُْه َ ن ِ م ََل َ ِغ َ غَْf ْ الاِ ْس َلامِ دِينً َ ا فَل ْن يُ ْقب ت ْ َ ْن يَب َوم
“ Kim İslam’dan başka bir din ararsa bilsin ki kendisinden (böyle bir din) asla kabul edilmeyecektir. …” (Âl-i İmrân 3/85) Hak Din İslam’ın son Peygamberi, Muhammed (s.a.v.), ilahi kitabı da Kur’an’dır. Kur’an da son kitaptır. Şimdi Peygamber konusuna geçiyoruz.