İslamda Yardımlaşma

İslamiyet bir yardımlaşma dinidir.

İslamiyet’ten önce de sonra da hiç bir din ve fikir sistemi onun kadar bu konuya eğilmemiş, yardım anlayışı ve bu anlayışın uygulanışını bu kadar geniş boyutlara ulaştıramamıştır.
Yardımlaşma, toplum halinde yaşamanın doğal bir sonucudur. Hem başkaları ile yaşamak, hem yardıma ihtiyaç duymamak imkansızdır. Bunun için İslâmiyet yardımlaşmayı, bütün maddi ve manevi hayatımızı kapsayacak şekilde en geniş sınırları ile ele almış ve dini ahlaki bir görev olarak ortaya koymuştur. Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde bu konuya temas edilerek, müslümanlar yardımlaşmaya teşvik edilmiştir. Aynı zamanda Hz. Muhammed (Sav) müslümanlara yardım etmelerini öğütlemiştir. Çünkü yardım ettikleri insanlar zor durumlarını aştıklarında kendileri de yardımlaşmanın tadına vardığı için yardım etmeye çalışırlar.

Zekat, sadaka gibi yardımlar müslümanların aralarında birlik ve beraberliğin yaşandığının kanıtıdır. Sınıf farkının aşılmasına etkendir. Bu hususta müslümanların yardımlaşması sayesinde yardıma muhtaç kimselerin ihtiyaçları giderilir. Bu gibi yardımlar sayesinde muhtaç kimselerin yanlış hallerde bulunması önlenmiş olur. Örneğin yoksul bir adamın hırsızlık yaparak haram işlenmesinden kaçınmasına sebep olabilirler. İnsanlar arasında sevgi ve muhabbet bağı kurulur. İnsanlar toplumda kötülerin yanında iyilerinde olduğunun bilincine varır.

Resûlullah(s.a.v.) şöyle buyurdu:

“Zalim de olsa mazlum da olsa kardeşine yardım et.”
Bunun üzerine birisi:
“Ey Allah’ın Resûlü! Eğer mazlum ise yardım ederim, ancak zalimse ona nasıl yardım edeceğim?” dedi.
Bunun üzerine Resûlullah şöyle buyurdu:
“Onu zulümden uzaklaştırırsın veya onun zulmüne engel olursun. İşte bu ona yapacağın yardımdır.”

Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:

“Bilmez misiniz ki, göklerin ve yerin saltanatı Allah’ındır ve sizin için Allah’tan başka bir dost ve yardımcı yoktur”
Bakara, 2/107

“Göklerin ve yerin mülkü (bütün hazineleri) Allah’ındır. Allah, her şeye hakkiyle kâdirdir”
Ali İmran, 3/189

“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır”
Bakara, 2/116, 255

Bu ve benzeri pek çok ayetten de anlaşılacağı gibi evrende gördüğümüz her şeyin gerçek sahibi Allah Teala’dır. Fakat, Cenab-ı Hak, yerde ve gökte bulunan bütün varlıkların, yüce katından bir lütuf ve bağışlama olarak, insanların hizmetine verildiğini başka ayet-i kerimelerde beyan buyurmuştur:

“Bir de göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini (Allah) kendi katından sizin hizmetinize bağışladı. Şüphesiz ki bunda, düşünecek bir kavim için ibretler vardır”

Casiye, 45/13

Varlığın gerçek sahibi olan Allah Teala, bunu, kullarından dilediğine verir dilediğinden alacağını da şöyle açıklamıştır:

Râsûlüm, Şöyle de: Ey mülkün sahibi Allahım! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın; dilediğini aziz edersin, dilediğini de zelil edersin. Hayır, senin elindedir. Muhakkak ki sen her şeye kâdirsin”

Ali İmran, 3/26

Ayrıca, Allah Teala kendilerine mal ve mülk verdiği insanları başıboş bırakmamış, onlara malları ile ilgili bazı sorumluluklar yüklemiş ve görevler vermiştir.

“Onların mallarında dilencinin ve (iffetinden dolayı durumunu açıklamayan) yoksulun bir hakkı vardır.”

Zariyât, 51/19

Zekât gibi miktarı belirli yardımlaşma hükümleri gelmeden önce, sahabe yoksullar için ne kadar harcayacaklarını bilmiyorlardı.

Muaz b. Cebel ile Sa’lebe, Hz. Peygamber’e:

“Hizmetçilerimiz ve akrabalarımız var. Bunlara malımızdan ne kadar harcayalım?” diye sordu.

Bunun üzerine şu ayet indi:

“Ey Muhammed, sana, ne kadar infak edeceklerini sorarlar. De ki: “İhtiyacınızdan arta kalanını verin”

Bakara,219

Zekât farz kılınmadan önce, kazanç sahipleri, bu ayete göre, her günkü kazançlarından kendilerine yetecek kadarını alır, gerisini sadaka olarak dağıtırdı. Altın, gümüş gibi nakit parası olanlar, bir yıllık geçimini ayırır, geri kalanını Allah yolunda harcarlardı.

Kur’an-ı Kerîm’in pek çok ayetinde, varlıklı mü’minlere “Allah yolunda infak” etmeleri emir ve tavsiyesinde bulunulmuş, Allah yolunda harcayanlar övülmüştür.

Ey iman edenler, kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardığımız ürünlerin en helâl ve iyisinden Allah yolunda harcayın”

Bakara, 267

Müslümanlar yalnızca maddi olarak değil manevi olarak da birbirleriyle yardımlaşma dayanışma içerisinde olmalıdırlar.

Bir insanın, bizzat kendisine ve aile bireylerine karşı görevlerini yerine getirmesi bir iyiliktir. Komşusu ile olan ilişkilerinde kırıcı olmaması, ona her konuda yardım elini uzatması bir iyiliktir.

Bir yoksulun, bir yetimin yedirilip-giydirilmesi ve barındırılması nasıl maddî iyilikse, güler yüz ve tatlı sözle gönüllerinin alınması, sevgi ile başlarının okşanması da bir iyiliktir. Üzgün ve dertli birini teselli etmek, bildiklerini bir başkasına öğretmek, çevredekilere doğru yolu göstermek, hasta, yaşlı ve kimsesizleri ziyaret etmek bir iyiliktir.

Hz. Peygamber (s.a.v.) bize şu yedi şeyi emretti:

•Hastayı ziyaret etmek.

•Cenazeyi (kabre kadar) takip etmek.

•Aksırana Allah’tan rahmet dilemek.

•Zayıfa yardım etmek.

•Mazluma yardım etmek.

•Selamı yaymak ve yemin edenin yeminini tasdik etmek.

Dua ve Sevgi ile…

Hz. Muhammed’in Ahlakı

Peygamberimiz (s.a.v.), en güzel ahlaka sahip idi. Yüce Allah, Peygamberimiz (s.a.v.) ile ilgili olarak,

 ِ ٍ يم ََ\ ُ خُل ٍق َ عظ نَّ َك لَع ِ َوا

“Gerçekten sen yüce bir ahlak üzeresin” buyurmuş60 Peygamberimiz (s.a.v.)’in kendisi de,

ق َ مَ َكارِم َُتمِّم ِ لا ِ ثْ ُت نَّ َ بُع ِ ا

“Ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” demiştir.

Peygamberimiz (s.a.v.) ahlaka çok önem vermiş;

 ِى ِ ْن ُ خُلق َ ْحس ِ َى فا ْ َت َ خْلق ا ْح َسن َّ َ ا َّللُهم َ

“Allah’ım! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakı mı da güzel yap.”

 َّ َها اِلا ِ َ ْح َسن ِ ِى لا ْد لاََP ا ْح َس ِن ْ الاَ ْخ َلا ِق َ و َ ِ ل َ ْح َس ِن ْ الاَ ْع َ ِى لاِ ن ِ َّ ْ اهد ا َّللُهم َ ْ َت ان َّ َ ََها اِلا ّئ ِ ِ َى سي َق لاَي َ ْ الاَ ْخ َلا ِق ّئ ِ وَسي َ ِ ل َ ْ الاَ ْع َ ّئ ِ ِ َى سي ن ِ وق ْ َت َ ان َ

“Allah’ım! Beni amellerin en iyisine ve ahlakın en iyisine ilet. Amel ve ahlakın en iyisine ancak sen hidâyet edebilirsin. Amellerin kötüsünden ve ahlakın kötüsünden beni koru. Amel ve ahlakın kötüsünden ancak sen koruyabilirsin.”

 وُسوءِ ْ الاَ ْخ َلا ِق اق َ َّف ِ ِ والن اق َ ّ َق ِ ِ الش َن ِ م ِ َك ّ َى ا ُع ُوذب ِ ن ِ َّ ا ا َّللُهم َ

“Allah’ım! Ayrılıktan, iki yüzlülükten ve ahlakın kötüsünden sana sığınırım.”64 diye dua etmiştir. İnsanları ahlaklı olmaya çağırmış ve;

ا َ ُكم ا ْح َسن َ ِ َامَة ي ِ َ الْق ْم ًسا يَو ِ ْ َ ¦ْل ِ ُكم َ ب ا ْقر َ و َّ َ َ ِ ْ ا ِّ ُكم ا َحب ْنَ ِ م َّن ِ ا

“Sizin bana en sevimli olanınız ve kıyamet gününde bana en yakın olanınız ahlakı en güzel olanınızdır” buyurmuştur.

İmanı “ahlak” kavramına dahil etmiş ve ا ْف َضُل َ ِ ِْ َيpن ِ الا ا ُّى َ “Hangi iman daha fazîletlidir” sorusuna, ح َسdن َ قdلُخ ُ ال َق” َgüzel ahlaktır” cevabını vermiş,”

 ُ ُ خُلًقا ُُهم ً َ ا ا ْح َسن ِ َ6 اِ َيpن ن ِ ا ْكَمُل ْ المُ ْؤم َ

“Müminlerin iman bakımından en mükemmeli ahlakı en güzel olanlarıdır.”

ْ ُ خُلًقا َ ُ ـكم ا ْح َسن َ ْ َارُِكم خِ ي ْن ِ م َّن ِ ا “Sizin en hayırlınız ahlakı en güzel olanınızdır” ve

 ح َس ٍن ْن ُ خُل ٍق َ ِ ِ م َامَة ي ِ َ الْق ْم ِ ِن يَو َْقُل ِ  مِ َيزانِ ْ المُ ْؤم اث َ ْئ َ َ اي م

“Kıyamet gününde müminin mizanında güzel ahlaktan daha ağır hiç bir şey yoktur” buyurmuştur. Yüce Allah, insanları,

والتَّ ْقو َ ّ ِ ِر الْب ُ َ وا عَ\ اون َ َ َوَتع

“İyilik (birr) ve takvada yardımlaşmaya” (Maide 5/1) çağırmış Peygamberimiz (s.a.v.) de,

 الخُل ِق ح ْس ُن ْ ُ ُّ ُ الِْy َ

“Bir (iyilik, salih ameller), güzel ahlaktır” demiş ve

 ح َس ٍن النَّ َ اس بِ ُخُل ٍق َ َوَخالِ ِق

“İnsanlara güzel ahlak ile muamele edin.” buyurmuştur.

Peygamberimiz (s.a.v.), ahlâkî açıdan insanların en güzeli idi. Hz. Aişe validemize Peygamberimizin ahlâkının nasıl olduğunun sorulması üzerine,

 ْ ا ُن ا َ ك َ ان الُْقر ِ ّ ِ ِى َّن ُ خُلَق نَب ِ َفا

“Onun ahlakı Kur’an ahlakı idi” cevabını vermiştir. Bunun anlamı, Onun inancı, ameli, söz, fiil ve davranışları Kur’an’a uygundu demektir. Buna göre, iman edip salih ameller işlemek, İslam’ın emir ve yasaklarına riâyet etmek, insanlarla iyi ilişkiler içerisinde olmak ve kötülüklerden sakınmak güzel ahlak sahibi olmak demektir.

Peygamberimizin insanlarla olan ilişkileri, Müslümanlara tavsiye ettiği ve kendisinin de uyguladığı ahlâkî davranışları hadis ve siyer kitapları ile bize kadar ulaşmıştır.

Hz. Ali’nin oğlu Hasan (r.a.), “Hind b. Ebî Hâle’den Peygamberi gözümün önünde canlandırmasını istedim çünkü o, Peygamberi çok güzel anlatırdı. Bununla amacım, onun gibi olmaya çalışmaktı” demiştir. Bunun üzerine Hind, Peygamberimizi şöyle tanıtmıştır:

– O daima düşünceli idi, lüzumsuz konuşmaz, az, öz ve anlamlı konuşurdu. Sözlerini tane tane söylerdi. Gereğinden fazla ve eksik konuşmazdı.

– Güzel huyluydu, kaba ve hafif meşrep değildi. Az bile olsa iyiliği küçümsemezdi. Gülmesi tebessüm şeklinde idi.

Hz. Hüseyin’in isteği üzerine babası Hz. Ali (r.a.) Pey-gamberimizi şöyle anlatmıştır:

“– Peygamberin yanında lüzumsuz şeyler konuşulmaz- dı. Onu ziyarete gelenler onun yanından hiç boş dönmez- ler, bir takım meseleler öğrenirlerdi. İnsanları kötülükler- den sakındırır, kimseye suratını asmazdı. Arkadaşlarıyla yakından ilgilenirdi. Kötülüklerden hoşlanmazdı. İşleri ter- tipli olurdu. Haktan taviz vermezdi. Onun kendisine özgü bir makamı yoktu, otururken ve ayakta iken daima Allah’ı zikrederdi. Bir meclise gelince boş bulduğu yere otururdu.

İnsanlara hoşgörülü davranırdı. Onun meclisinde yüksek sesle ve haram şeyler konuşulmazdı. Meclisinde büyüğe saygı ve küçüğe sevgi gösterilirdi. O, daima güler yüzlü, iyi huylu ve yumuşak davranışlı idi. Kötü huylu, kaba, şarlatan, yüz kızartıcı, herkesi ayıplayan ve alaya alan bir insan değildi. Ondan bir şey isteyen mahrum kalmazdı. Hiç kimseyi kötülemez, ayıplamaz ve kimsenin kötü tarafını öğrenmek istemezdi. Konuştuğu zaman arkadaşları susar, o sustuğu zaman arkadaşları konuşurdu. Onun yanında münakaşa yapılmazdı. Sözünü bitirmedikçe kimsenin sözünü kesmezdi.”

Hadis ve siyer kitaplarında Peygamberimizin güzel ahlakı, söz, fiil ve davranışları ile ilgili pek çok rivâyet vardır. Bu rivayetlere göre onun yüce ahlakının bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:

– O; emin, güvenilir, mütevazı, edepli, , yumuşak huylu, affedici, çok merhametli, çok şefkatli kanaatkâr, muttaki, müstakîm, muhsin, salih ve sadık bir insandı.

– Asla büyüklenmez,85 kimseye kaba davranmaz86 ve kimseyi hakir görmezdi.

– Kötülüğe iyilikle muamele ederdi. Davete icabet eder, yapılan iyiliğe teşekkür ederdi.

– Zengin-fakir herkese eşit davranır, insanlar arasında ayırım yapmazdı.

– Özür dileyenin özrünü kabul ederdi, hoşgörülü idi.

– Çocukları çok sever, hastaları ziyaret eder, misafirlerine son derece ikramda bulunurdu.

– Nefret ettirmez, müjdeler, zorlaştırmaz, kolaylaştırırdı.

– Adaleti her yerde tatbik eder, zulmü hoş görmezdi.

 ِ َامَة ي ِ َ الْق ْم dت يَو َ ظُُل َ الظْلم َّن ُّ ِ فا َ َ َّتُق ُّ وا الظْلم ِ ا

“Zulümden sakın, çünkü zulüm, kıyamet gününde sahibini karanlıklarda bırakır” derdi.9

– Asla yalan söylemezdi. Doğru sözlüydü. Akrabalarıyla ilgilenir, emanetlere riayet eder, yoksulları doyurur, acizlerin işini görür, musibet ve felakete uğrayanlara yardım ederdi.

– Hiç “hayır” demezdi.101 Kendisinden bir şey talep edilince yapmak isterse “evet” der, yapmak istemezse sükut ederdi. – İnsanların en cömerdi ve cesuru idi.

– Ev işlerine yardım ederdi. Daima Allah’ı zikrederdi. İpekli elbise giymez, altın yüzük takınmaz,106 altın ve gümüş kaptan yemek yemezdi.107 Giyiminde temizliğe ve sadeliğe önem verirdi.” Güzel koku sürünmeyi severdi.

– Hiç bir yemeği ayıplamazdı.110 Yemeğe besmele ile başlar ve sağ eliyle yerdi. Yemekten önce ve sonra ellerini yıkardı. İyice doymadan sofradan kalkardı. Suyu üç yudumda içerdi.

– Nefsi için kin tutmaz, öc almaz ve kimseye sövmezdi. Darılmaz ve dargın durmazdı.

– Acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, cimrilikten, zenginlik ve fakirliğin fitnesinden, fakirlik ve zilletten, faydasız ilimden, saygılı olmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olmayan duadan Allah’a sığınırdı.

– Allah’tan daima hidayet, takva, iffet ve gönül zenginliği isterdi.

– İnsanları renklerine, şekillerine ve servetlerine göre değil inanç, söz, fiil ve davranışlarına göre değerlendirirdi.

– İnsan haklarına, müminlerin birlikteliğine, birbirlerine sevgi, şefkat ve merhamet ile davranmalarına, kardeşliğe, kusurların bağışlanmasına, komşu haklarına, sevgi ve dostluğa, akrabalarla ilişkinin sürdürülmesine ve onlara iyilik yapılmasına, mal, can ve namus güvenliğine çok önem verirdi.

– Yetimlere bakılmasını, yoksulların doyurulmasını çocukların iyi yetiştirilmesini, misafirlere ikram edilmesini, kötülüğün iyilikle savılmasını ve insanlara güzel davranılmasını, selamlaşmayı, Müslümana yardım etmeyi, küçüklere sevgi, büyüklere saygı göstermeyi, güler yüzlü olmayı, doğruluğu, cömertliği, samîmiyeti iffetli ve hoşgörülü olmayı, adaleti, iyiliği, güzelliği ve temizliği yardım severliği ve insanlara faydalı olmayı teşvik ederdi.

– İnsanlara eziyet edilmesine, sövülmesine, lanetlenmesine, dövülmesine, zarar verilmesine, güçlük çıkarılmasına, işkenceye, kin tutmaya, dargın durmaya, öfkelenmeye, insanların aldatılmasına, haset edilmesine, arkadan çekiştirilmesine, gizli hallerinin araştırılmasına, komşuya eziyet edilmesine, iki yüzlülük yapılmasına, yalan söylenmesine, yalancı şahitlik yapılmasına emanete hıyanetlik edilmesine…. karşı çıkardı.

Peygamberimizin bu ve benzeri güzel davranışları hadisçilerin kurgulaması değil, gerçeğin ifadesidir. Bu davranışlar, Kur’an’ın emir ve yasaklarıyla da örtüşmektedir. Kur’an’ın; insanın söz, fiil ve davranışlarıyla ilgili emir ve yasaklarından her biri birer ahlâki kuraldır. Çünkü “ahlak” ancak bir söz, fiil, iş ve davranış sonucu ortaya çıkar. Peygamberimiz (s.a.v.) bu kuralları hayatında uygulamış ve müminlerin de uygulamasını istemiştir. Peygamberimizin Kur’an’da yer alan emir ve yasakları kendi hayatında uyguladığı göz önünde bulundurulduğunda Onun; şirk, küfür, nifak, isyan, riya, fısk, yalan, kibir, gurur, kendini beğenme, kıskanma, öfke, kin, hırs, cimrilik, israf, zulüm, şiddet, kusur araştırma, gıybet, dedikodu, gaflet, kaba davranma, kötü söz, içki, kumar, zina, hırsızlık, hainlik, kötü zan, emanete hainlik, kabalık, saygısızlık, kötülük, iftira, tembellik, alay etme, hilebazlık, sahtekârlık, sadakatsizlik gibi bütün kötü söz, fiil ve davranışlardan uzak olduğunu söyleyebiliriz.

Peygamberi örnek almak; onun gibi iman ve ahlak sahibi olmak, onun gibi güzel, söz, fiil ve davranışlarda bulunmak, onun gibi salih ameller işlemektir. Onu örnek almak, onun yaşadığı devrin gelenek ve göreneklerini devam ettirmek değildir. Din gereği yaptığı ve yapılmasını istediği şeyleri yapmaktır. Onun gibi yönetici, onun gibi öğretmen, onun gibi vaiz, onun gibi eğitimci, onun gibi baba, eş, tüccar, komşu, onun gibi muttaki, muhsin, salih, halim, merhametli, sadık, müstakim, âdil, hoşgörülü ve güzel ahlak sahibi bir mü’min olmaktır.

Bir insanın Peygamberin sahip olduğu Kur’an ahlakına sahip olabilmesi için;

  • Allah’a ve Peygamber (s.a.v.)’e karşı görevlerini yapması,
  • Nefsinin, ailesinin ve diğer insanların haklarına riâyet etmesi, onlara ihsan ve ikramda bulunması,
  • Diğer canlılara ve çevreye saygılı olması gerekir.

Peygamberimizin; fert, aile ve toplum hayatımızda bize model olabilecek altı niteliğini kısaca örnek olarak anlatmak istiyoruz. Bunlar Onun; adaleti, ihsanı, takvası, istikameti, hilmi ve merhametidir.

Büyük Günah Kavramı

Arapça’da kebîre (çoğulu kebâir) kelimesi ile ifade edilen büyük günah, bozgunculuğa sebep olan, hakkında tehdit edici bir nas (ayet ve hadis) bulunan, işleyenin dünyada veya ahirette cezalandırılmasına sebep olan büyük suçlar ve davranışlara denir.

Büyük günahların en büyüğü Allah’a şirk koşmak ve O’nu inkar etmektir (küfür). Büyük günahların neler olduğu konusunda hadislerde çeşitli bilgiler vardır. Peygamberimiz bir hadisinde, “Size büyük günahların en büyüklerinden haber vereyim mi? Onlar: Allah’a ortak tanımak, ana babaya itaatsizlik ve yalancı şahitliktir” buyurmuş, bir başka hadislerinde “Mahveden yedi günahtan sakınınız. Onlar: Allah’a ortak koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, ribâ (faiz), savaştan kaçmak, iffetli ve iman sahibi bir kadına zina iftirasında bulunmaktır” diyerek, büyük günahların yedi tanesini zikretmiştir. Bir başka hadiste büyük günahların sayısı dokuz olarak belirtilmiş, ana babaya itaatsizlik ve Mescid-i Harâm’da yapılması yasak bir fiili işlemek de bunlara eklenmiştir (Ebû Dâvûd, “Vesâyâ”, 10).

Kalbinde inancı olduğu halde inancını diliyle söyleyen, fakat çeşitli sebeplerle ameli terk eden, dolayısıyla şirk ve küfür dışındaki büyük günahlardan birini işleyen (fâsık ve fâcir) kimse, işlediği günahı helal saymıyorsa mümindir, kafir değildir. Fakat büyük günah işlediği için ceza görecektir. Ancak bu kimse için tövbe kapısı açıktır. Yüce Allah böyle bir kimseyi ahirette dilerse affeder, şefaat olunmasına izin verir, dilerse günahı ölçüsünde cezalandırır. Neticede ise, kalbinde inancı bulunduğu için cennete girdirir.

Sahâbîlerden Ebû Zer el-Gıfârî’nin anlattığına göre, Hz. Peygamber: “Allah’tan başka hiçbir Tanrı yoktur deyip de bu inancı üzere ölen kimse cennete girer” buyurmuş, Ebû Zer, “O kişi zina yapsa, çalsa da mı?” diye sormuş, “Evet, zina yapmış, hırsızlık etmiş de olsa cennete girer” cevabını vermiştir. Ebû Zer soruyu üç kez tekrar edip aynı karşılığı alınca, dördüncü sorusunda Allah elçisi, “Ebû Zer bu durumdan hoşlanmasa bile o kimse cennete girer” buyurmuştur.

İslam ve Ahlakın Gayesi

Din dışı ahlak görüşleri ahlak için genellikle dünyevi gayelerden söz etmişler ve bedensel haz, ruhsal haz, kişisel veya toplumsal yarar yahut mutluluk gibi farklı gayeler göstermişler; ünlü Alman filozofu Kant ise bütün bu görüşleri reddederek, ahlakın kendi dışında, diğer bir deyişle iyi veya ödevden başka bir amacının olamayacağını savunmuştur.

Kur’an ve Sünnet’te ise güzel ahlakı oluşturan erdemlerin bu dünyada fert ve toplum hayatına kazandırdığı maddi ve manevi faydalar, kötü ahlakı oluşturan erdemsizliklerin doğurduğu zararlar üzerinde durulmuştur. Allah, “Şükrederseniz (nimetlerimi) arttırırım” (İbrahim 14/7); “Şeytan içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve nefret sokmak ister” (el-Maide 5/91) buyurur; iyi kullarını yeryüzüne hakim kılacağını bildirir (el-Enbiya 21/105). Ayrıca birçok eski milletlerin yıkılışında ahlaki çöküntünün önemli ölçüde rol oynadığı haber verilir. Bununla birlikte, ahlak prensiplerine aykırı davranışların doğurduğu bu tür tabii ve fiziki zararlar, sosyal ve manevi sıkıntılar İslam’da ahlaki yaptırım sayılmaz; dolayısıyla kişiyi sorumluluktan kurtarmaz. Gerçi dünyevi musibetlerin günahlar için kefaret sayılacağına dair bazı hadisler vardır. Fakat bu, ahlaki fenalıkların doğurduğu musibet ve zararın zaruri sonucu değil, musibete uğrayan kişinin bu durumdayken gösterdiği sabır, rıza, tevekkül gibi Müslümana yakışır olumlu tavırların karşılığıdır.

Diğer yandan, kişinin ruhi benliğinde iyiliğin meydana getirdiği sevincin, kötülüğün meydana getirdiği pişmanlık ve elemin Kur’an ve Sünnet’te büyük bir değer taşıdığı görülür. Nitekim Peygamber efendimiz, “Bir insan iyilik yaptığında sevinç, kötülük yaptığında üzüntü duyabiliyorsa artık o gerçekten mümindir” (Müsned, I, 398) buyurmuş, hatta iyilik (bir) ve kötülüğü, kişinin vicdanında meydana getirdiği etkilenmenin mahiyetine göre tarif etmiştir. Ancak vicdan duygusu insanı kötülük yapması halinde kınayan bir güç olabileceği gibi kötülük karşısında duyarlılığını kaybederek “kaskatı kesilmiş kalp” haline de dönüşebilir. Bu yüzden İslam’da bütün ahlaki vazifeler uhrevi yaptırımlara bağlanmış, iyiler için cennet vaad edilmiş, kötüler cehennemle tehdit edilmiştir. Bununla birlikte ahlak kurallarının uygulanmasında, özellikle toplumsal düzenin sağlıklı işletilmesinde genellikle sadece bu motiflere dayanan bir ahlak tam olarak saygıya değer sayılamayacağından, Kur’an ve Sünnet’te Allah’ı en yüksek derecede sevmek, O’nun hoşnutluğuna layık olmak ve O’ndan hoşnut olmak temel ahlaki amaç ve motif olarak gösterilmiş, doğru inanç ve temiz yaşayışın en üstün gayesinin Allah rızası olduğu vurgulanmıştır. Kur’an-ı Kerim’de her şeyin üstünde ve her şeyden daha değerli olduğu bildirilen Allah rızası yani Allah’ın kulundan hoşnut olması, inananlar için bu dünyada hissedilemez değildir. Allah’a derinden inanıp saygı duyan ve her durumda O’nunla birlikteliğinin bilincini yaşayan, bu inanç ve duygular içinde ruhunu erdemlerle ve hayatını iyiliklerle süsleyen, iradesinin bütün gücüyle kötülüklere karşı koyan, gücünü aşan durumlarda Allah’a sığınıp (tevekkül) inayetini dileyen insan, O’nun hoşnutluğunu kazanmış olmanın verdiği üstün manevi hazzı ve mutluluğu ruhunun derinliklerinde duyabilir; fakat bu mutluluğu en mükemmel derecede ahirette hissedecektir. İşte Hz. Peygamber’in, “gözlerin görmediği, kulakların duymadığı ve hiçbir aklın düşünemeyeceği kadar üstün”  olarak tanımladığı uhrevi ödül de bu mutluluktur.

İslam ahlakının bu dinamik yapısı, onun sadece bir kitle ahlakı veya sadece bir seçkinler ahlakı olmadığı, aksine maddi, zihni ve psikolojik bakımlardan her seviyedeki insanın kaygılarını, beklentilerini ve özlemlerini dikkate alan; bununla birlikte ona, içinde bulunduğu durumdan daha ideal olana doğru yükselme imkanı sağlayan kapsamlı ve uyumlu bir ahlak olduğunu gösterir. Buna göre hayır statik olmadığı gibi gaye de statik değildir. Bütün insanların yapabilecekleri, dolayısıyla yapmak zorunda oldukları iyilikler (farzlar) yanında, yapılması kişinin fazilet ve kemal derecesine bağlı hayırlar da vardır. Ahlak, bilgi ve fazilet bakımından sürekli bir yenilenmedir. Bunun için insan, Kur’an-ı Kerim’e göre, öncelikle inanç sevgisi kazanmalı, fenalıklardan ve isyankarlıktan nefret etmeli, kalbini yani iç dünyasını Allah şuuru (zikrullah) ile huzura kavuşturmalıdır. Bu suretle Allah şuuru insana ahlaki ve manevi hayattan zevk alma, hatalarının farkına varma, onlardan yüz çevirme ve Allah’tan bağış dileme fırsatı sağlayacaktır. İslam’ın öngördüğü bu ahlaki terakkinin ulaşacağı son nokta, insanın gaye bakımından çıkar kaygılarını aşması, hatta cennet ümidi ve cehennem korkusunun da ötesinde bütün düşünce ve davranışlarını Allah’ın emrine ve rızasına uygun düşüp düşmeyeceği açısından değerlendirmesidir.

Allah Hakları Zayi Etmez

“Şüphesiz Allah (hiç kimseye) zerre kadar zulüm etmez. (Yapılan) çok küçük bir iyilikde olsa onun sevabını kat kat arttırır ve kendi katından büyük bir mükâfat verir.” (Nisa, 4/40)

Gerek iyilik, gerekse kötülük hiçbir zaman karşılıksız bırakılmaz. Bizler bu dünyanın bir sınav yeri olduğunu, kişinin yaptıklarından hesaba çekileceğini, iyilik yapanların sevap alıp akabinde cennete; kötülük yapanların ise günah kazanıp sonunda cehenneme gideceğine inanırız. Bu, ilahi adaletin bir gereğidir. Bir Müslüman için, ahiret gününe, ahiret gününde meydana gelecek hesap, mizan, sırat, amel defteri, cennet, cehennem gibi olgulara inanmak imanın şartları arasında bulunmaktadır.

Nitekim yüce Allah’ın ilahi bir mahkemenin kurulacağına dair vaadi, Kur’an-ı Kerim’de muhtelif ayetlerde şu şekilde haber verilmektedir: “O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkacaklardır. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onun mükâfatını görecektir. Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir.” (Zilzâl, 99/6-8) Yine bir diğer surede meydana gelecek manzara tasvir edilmekte ve şöyle buyrulmaktadır: “Kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacağı günde kulakları sağır edercesine şiddetli ses geldiği vakit, işte o gün herkesin (başkasıyla ilgilenmeyi düşündürmeyecek şekilde) kendini meşgul edecek bir işi vardır.” (Abese, 80/33-37) İlahi mahkemenin kurulacağı, burada kimsenin itiraz hakkının olmayacağına dair bir ayet ise şu şekildedir: “Her insanın amelini boynuna yükledik. Kıyamet günü kendisine, açılmış olarak karşılaşacağı bir kitap çıkaracağız. ‘Oku kitabını! Bugün hesap sorucu olarak sana nefsin yeter’, denilecektir.” (İsrâ, 17/13-14)

Bütün bu ayetlerden çıkarılacak sonuç şudur: Herkes yaptığının karşılığını bulacak ve ona göre mekanı tayin edilecektir. Öyleyse amellerimizle baş başa kalacağımız kesin olan bu günde, kimsenin kimseye faydasının dokunamayacağı ve bizi savunacak birilerinin bulunmadığı idrakiyle yaşamaya çalışalım. Belki bunlar ilk etapta bize hikmetini anlayamadığımız için bir an korkutucu gelebilir. Ancak işin aslı böyle değildir. Bir kez de bunun tam aksini farz edelim. Yani güçlü ve haksız olan kimsenin yaptığının yanına kar kaldığı, adaletin tahakkuk etmediği bir hayat tasavvur edelim.

Bu durumda mazlumların, mağdurların, haklı ama zayıfların, yetimlerin, boynu büküklerin hak ve hukuku ne olacak? Bu kişi dünyada nasıl teselli bulacak? O halde bir “hesap günü”nün varlığına inanmak, bize her şeyi daha düzgün, hakkaniyetli, ölçülü yapmamız gerektiğini hatırlatacaktır. Eğer bir yerde suyu getirenle testiyi kıran, çalışanla çalışmayan bir tutulur; iyilik yapanla, yapmayan fark etmez ise hayat çekilmez hale gelecektir. Şüphesiz iyilikle kötülük bir değildir. İşte Cenab-ı Hak da yukarıda metin ve mealini verdiğimiz ayette, iyilik yapanların sevabının kat kat verileceğini, iyilerin ödüllendirip karşılığını bulacaklarını haber vermektedir. Bir başka ayette de aynı konuya değinilerek, “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. (Sonunda) kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırmak, iyilik edenleri de daha güzeliyle mükâfatlandırmak için ‘Allah, kim ne yaparsa kaydeder.” (Necm, 53/31) buyrulmaktadır. Çok az da olsa iyilik yapılmalı, basit gibi de gözükse günahtan kaçınılmalıdır. Günahın basit ve küçüklüğü değil, kime karşı işlendiğinin farkında olunmalıdır. Amel defterimizde ve kıyamet günü tartıya girecek hesabımızda bizim lehimize çıkacak iş, söz ve eylemlere ağırlık verelim. Kimseye zerre miktarı kadar bile olsa haksızlık yapmayalım. Kimsenin hak ve hukukunu ihlal etmeyelim. Allah hakkını ihmal ederek ebedi aleme gitmeyelim. Unutmayalım ki hesap çetin, yol uzundur. Bu safhada hatayı telafi etme imkanı da yoktur.

 

 

Kaynak: kuran.diyanet.gov.tr